English    Türkçe    فارسی   

1
2587-2611

  • و آن دگر را در گلو پیدا کند ** و آن دگر را در بدن رسوا کند
  • Başka biri boğazına varınca anlar, bir başkası yer, bedenini berbat edince anlar.
  • و آن دگر را در حدث سوزش دهد ** ذوق آن زخم جگر دوزش دهد
  • Zehir; diğer birisinde abdest bozarken yanış yapar; zaman zaman ciğerini delen bir acı peyda eder.
  • و آن دگر را بعد ایام و شهور ** و آن دگر را بعد مرگ از قعر گور
  • Bir başkasında zehrin eseri; günler, aylar geçtikten sonra görünür. Diğer birisinde ise ölümden ve Sûr üfürüldükten sonra meydana çıkar.
  • ور دهندش مهلت اندر قعر گور ** لا بد آن پیدا شود یوم النشور 2590
  • Eğer o kişiye mezarda mühlet verirlerse mutlaka mahşer günü azap ederler.
  • هر نبات و شکری را در جهان ** مهلتی پیداست از دور زمان‌‌
  • Her otun, her şekerin zamanede bir oluş müddeti vardır.
  • سالها باید که اندر آفتاب ** لعل یابد رنگ و رخشانی و تاب‌‌
  • Lâlin, güneşin tesiriyle renk, parlaklık ve letafet elde etmesi için yılların geçmesi gerektir.
  • باز تره در دو ماه اندر رسد ** باز تا سالی گل احمر رسد
  • Alelâde otlar, iki ay içinde yetişir. Fakat kırmızı gül, ancak bir yılda yetişir gül verir.
  • بهر این فرمود حق عز و جل ** سوره الانعام در ذکر اجل‌‌
  • Yüce ve Ulu Tanrı, bunun için eceli, yani her şeyin müddetini En’am sûresinde anlatmıştır.
  • این شنیدی مو به مویت گوش باد ** آب حیوان است خوردی نوش باد 2595
  • Bunu duydun ya; her kılın kulak kesilsin... Bu duyduğun âbıhayattır, afiyet olsun!
  • آب حیوان خوان مخوان این را سخن ** روح نو بین در تن حرف کهن‌‌
  • Bu söze söz deme, âbıhayat de. Bu sözü, eski harfler teninde yepyeni bir ruh olarak gör.
  • نکته‌‌ی دیگر تو بشنو ای رفیق ** همچو جان او سخت پیدا و دقیق‌‌
  • Arkadaş; başka bir nükte daha duy. Bu nükte can gibi hem apaçık, meydandadır, hem gayet ince ve gizli.
  • در مقامی هست هم این زهر مار ** از تصاریف خدایی خوش گوار
  • Bir yer olur ki bu yılan zehri, Tanrı’nın tasarruflarıyla gayet tatlı ve lezzetli bir hale gelir.
  • در مقامی زهر و در جایی دوا ** در مقامی کفر و در جایی روا
  • Bir yerde zehirdir, bir yerde ilâç... Bir yerde küfürdü, bir yerde tam lâyık ve yerinde.
  • گر چه آن جا او گزند جان بود ** چون بدین جا در رسد درمان بود 2600
  • Orada cana zarar verir ama burada derman kesilir.
  • آب در غوره ترش باشد و لیک ** چون به انگوری رسد شیرین و نیک‌‌
  • Su, koruk içinde ekşidir; fakat üzüme gelince tatlılaşır, güzelleşir.
  • باز در خم او شود تلخ و حرام ** در مقام سرکگی نعم الادام‌‌
  • Sonra küpün içine girince acır, haram olur...Sirke olunca ne güzel katıktır!
  • در معنی آن که آن چه ولی کند مرید را نشاید گستاخی کردن و همان فعل کردن که حلوا طبیب را زیان ندارد اما بیمار را زیان دارد و سرما و برف انگور را زیان ندارد اما غوره را زیان دارد که در راهست که ليغفر لک الله ما تقدم من ذنبک و ما تأخر
  • Müridin, küstahlık ederek kâmil vlî ne yaparsa yapması lâyık değildir. Çünkü helva, hekime ziyan vermez ama hastaya ziyan verir. Soğuk ve kar, olmuş üzüme dokunmaz, fakat koruğa dokunur. Çünkü koruk, daha kemâle gelmemiştir; yoldadır; “ Liyağfire lekellâhu mâ tekaddeme min zenbike ve ma teahhar “ haline gelmemiştir
  • گر ولی زهری خورد نوشی شود ** ور خورد طالب سیه هوشی شود
  • Velî, zehir yese bal olur, fakat talip yese aklı kararır zarara uğrar.
  • رب هب لی از سلیمان آمده ست ** که مده غیر مرا این ملک و دست‌‌
  • Süleyman ”Rabbi hebli” demiş, yani “”Benden başkasına bu saltanatı verme.”
  • تو مکن با غیر من این لطف و جود ** این حسد را ماند اما آن نبود 2605
  • Yahut benden başkasına bu lûtufta, bu ihsanda bulunma” diye niyaz etmiştir. Bu hasede benzer ama değildir.
  • نکته‌‌ی لا ينبغی می‌‌خوان به جان ** سر من بعدی ز بخل او مدان‌‌
  • Lâ yenbağı nüktesini candan oku. Benden sonra bu saltanatı kimseye verme sırrını onun nekesliğinden bilme.
  • بلکه اندر ملک دید او صد خطر ** مو به مو ملک جهان بد بیم سر
  • Hattâ o, saltanatta yüzlerce zarar ve tehlike gördü. Cihan saltanatı, kıldan kıla, baştanbaşa can kaygısından, baş korkusundan ibarettir.
  • بیم سر با بیم سر با بیم دین ** امتحانی نیست ما را مثل این‌‌
  • Baş korkusuyla can ve din korkusu... Bize bunun gibi bir imtihan daha olamaz.
  • پس سلیمان همتی باید که او ** بگذرد زین صد هزاران رنگ و بو
  • Süleyman himmetli birisi gerektir ki bu yüz binlerce renkten, kokudan vazgeçsin.
  • با چنان قوت که او را بود هم ** موج آن ملکش فرومی‌‌بست دم‌‌ 2610
  • Kuvvet ve kudretiyle beraber o saltanatın dalgası Süleyman’ın bile nefesini tıkıyordu.
  • چون بر او بنشست زین اندوه گرد ** بر همه شاهان عالم رحم کرد
  • Bu keder yüzünden üstüne toz, toprak konunca bütün cihan padişahlarına acıdı da.