English    Türkçe    فارسی   

3
581-605

  • سغبه‌ی صورت شد آن خواجه‌ی سلیم ** که به ده می‌شد بگفتاری سقیم
  • O saf şehirli de surete zebun oldu, köylünün kötü sözleriyle köye doğru yola düştü.
  • سوی دام آن تملق شادمان ** همچو مرغی سوی دانه‌ی امتحان
  • O yaltaklanma tuzağına tutularak neşeli neşeli gidiyordu. Taneyle sınanmaya giden kuşa benziyordu.
  • از کرم دانست مرغ آن دانه را ** غایت حرص است نه جود آن عطا
  • Kuş, o taneyi kerem ve ihsan yüzünden saçılmış sanır. Hâlbuki o ihsan hırsın son derecesidir.
  • مرغکان در طمع دانه شادمان ** سوی آن تزویر پران و دوان
  • Kuşcağızlar taneye tamah ederek sevinip o hileye doğru uçar, koşarlar.
  • گر ز شادی خواجه آگاهت کنم ** ترسم ای ره‌رو که بیگاهت کنم 585
  • Şehirlinin sevinçlerini de anlatsam korkarım ki yolcu, seni yolundan alıkorum.
  • مختصر کردم چو آمد ده پدید ** خود نبود آن ده ره دیگر گزید
  • Onun için kısaca geçiyorum. Yolda bir köy göründü. Fakat o köylünün köyü değildi, başka bir yola saptı.
  • قرب ماهی ده بده می‌تاختند ** زانک راه ده نکو نشناختند
  • Bir aya yakın bir müddet köyden köye dolaştılar. Çünkü köyün yolunu iyi bilmiyorlardı.
  • هر که در ره بی قلاوزی رود ** هر دو روزه راه صدساله شود
  • Kılavuzsuz yola gidene iki günlük yol, yüz yıllık yol olur.
  • هر که تازد سوی کعبه بی دلیل ** همچو این سرگشتگان گردد ذلیل
  • Kâbe’ye delilsiz giden bu başı dönmüş zavallılar gibi zillete düşer.
  • هر که گیرد پیشه‌ای بی‌اوستا ** ریش‌خندی شد بشهر و روستا 590
  • Ustaya müracaat etmeksizin bir sanat tutan kişi şehre de alay mevzuu olur, köye de!
  • جز که نادر باشد اندر خافقین ** آدمی سر بر زند بی والدین
  • Doğuda da, batıda da anasız, babasız bir insan doğması pek nadirdir.
  • مال او یابد که کسبی می‌کند ** نادری باشد که بر گنجی زند
  • Bir işe girişen, çalışan kişi mal kazanır. Ama nadir olarak bir adam, bir hazine de bulabilir.
  • مصطفایی کو که جسمش جان بود ** تا که رحمن علم‌القرآن بود
  • Fakat nerede bir Mustafa ki cismi can olsun da “Er rahman, Allemel Kur’an- Rahman, ona Kur’an’ı öğretti” sırrına ersin.
  • اهل تن را جمله علم بالقلم ** واسطه افراشت در بذل کرم
  • Ten ehlinin hepsi kalemle, okuyup yazmakla öğrenir, öğretir. Allah kereminin bolluğuyla kalemi, öğretiş ve öğrenişe vasıta halk etmiştir.
  • هر حریصی هست محروم ای پسر ** چون حریصان تگ مرو آهسته‌تر 595
  • Oğul, her hırs sahibi mahrumdur. Harisler gibi öyle koşma, aheste aheste yürü.
  • اندر آن ره رنجها دیدند و تاب ** چون عذاب مرغ خاکی در عذاب
  • Şehirli ve çoluk çocuğu da o yolda karada yaşayan kuşun suda çektiği eziyet ve zahmet gibi eziyetler, zahmetler çektiler.
  • سیر گشته از ده و از روستا ** وز شکرریز چنان نا اوستا
  • Köye de karınları toktu artık, köylüye de. Öyle usta olmadan şeker yapmaya da doymuşlardı, hatta.
  • رسیدن خواجه و قومش به ده و نادیده و ناشناخته آوردن روستایی ایشان را
  • Şehirliyle akrabasının köye varmaları, köylünün onları tanımazlıktan gelmesi
  • بعد ماهی چون رسیدند آن طرف ** بی‌نوا ایشان ستوران بی علف
  • Bir ay sonra kendileri perişan, hayvanları yemsiz bir hâlde o köye vardılar.
  • روستایی بین که از بدنیتی ** می‌کند بعد اللتیا والتی
  • Köylüye bak ki kötü niyeti yüzünden falan feşman diye zırvalamaya,
  • روی پنهان می‌کند زیشان بروز ** تا سوی باغش بنگشایند پوز 600
  • Gündüzleri, bağına, bahçesine yüz tutmasınlar diye onlardan yüzünü gizlemeye koyuldu.
  • آنچنان رو که همه رزق و شرست ** از مسلمانان نهان اولیترست
  • Gizlediği yüz de zaten tamamıyla hile ve riyadan ibaretti. Öyle yüzün, Müslümanlardan gizli kalması daha iyi.
  • رویها باشد که دیوان چون مگس ** بر سرش بنشسته باشند چون حرس
  • Öyle yüzler vardır ki şeytanlar, sinek gibi başına üşüşür, bekçi gibi orada yurt tutar, otururlar.
  • چون ببینی روی او در تو فتند ** یا مبین آن رو چو دیدی خوش مخند
  • Bu çeşit adamların suratını gördün mü ya bakma yahut da mademki baktın, hoşlanıp gülme.
  • در چنان روی خبیث عاصیه ** گفت یزدان نسفعن بالناصیه
  • O çeşit habis ve âsi suratlar hakkında Allah, “Alnının perçeminden yakalar, çekeriz” dedi.
  • چون بپرسیدند و خانه‌ش یافتند ** همچو خویشان سوی در بشتافتند 605
  • Konuklar, köylünün evini sorup buldular, akraba ve bildikleri gibi kapıya koştular.