English    Türkçe    فارسی   

1
2593-2642

  • باز تره در دو ماه اندر رسد ** باز تا سالی گل احمر رسد
  • Alelâde otlar, iki ay içinde yetişir. Fakat kırmızı gül, ancak bir yılda yetişir gül verir.
  • بهر این فرمود حق عز و جل ** سوره الانعام در ذکر اجل‌‌
  • Yüce ve Ulu Tanrı, bunun için eceli, yani her şeyin müddetini En’am sûresinde anlatmıştır.
  • این شنیدی مو به مویت گوش باد ** آب حیوان است خوردی نوش باد 2595
  • Bunu duydun ya; her kılın kulak kesilsin... Bu duyduğun âbıhayattır, afiyet olsun!
  • آب حیوان خوان مخوان این را سخن ** روح نو بین در تن حرف کهن‌‌
  • Bu söze söz deme, âbıhayat de. Bu sözü, eski harfler teninde yepyeni bir ruh olarak gör.
  • نکته‌‌ی دیگر تو بشنو ای رفیق ** همچو جان او سخت پیدا و دقیق‌‌
  • Arkadaş; başka bir nükte daha duy. Bu nükte can gibi hem apaçık, meydandadır, hem gayet ince ve gizli.
  • در مقامی هست هم این زهر مار ** از تصاریف خدایی خوش گوار
  • Bir yer olur ki bu yılan zehri, Tanrı’nın tasarruflarıyla gayet tatlı ve lezzetli bir hale gelir.
  • در مقامی زهر و در جایی دوا ** در مقامی کفر و در جایی روا
  • Bir yerde zehirdir, bir yerde ilâç... Bir yerde küfürdü, bir yerde tam lâyık ve yerinde.
  • گر چه آن جا او گزند جان بود ** چون بدین جا در رسد درمان بود 2600
  • Orada cana zarar verir ama burada derman kesilir.
  • آب در غوره ترش باشد و لیک ** چون به انگوری رسد شیرین و نیک‌‌
  • Su, koruk içinde ekşidir; fakat üzüme gelince tatlılaşır, güzelleşir.
  • باز در خم او شود تلخ و حرام ** در مقام سرکگی نعم الادام‌‌
  • Sonra küpün içine girince acır, haram olur...Sirke olunca ne güzel katıktır!
  • در معنی آن که آن چه ولی کند مرید را نشاید گستاخی کردن و همان فعل کردن که حلوا طبیب را زیان ندارد اما بیمار را زیان دارد و سرما و برف انگور را زیان ندارد اما غوره را زیان دارد که در راهست که ليغفر لک الله ما تقدم من ذنبک و ما تأخر
  • Müridin, küstahlık ederek kâmil vlî ne yaparsa yapması lâyık değildir. Çünkü helva, hekime ziyan vermez ama hastaya ziyan verir. Soğuk ve kar, olmuş üzüme dokunmaz, fakat koruğa dokunur. Çünkü koruk, daha kemâle gelmemiştir; yoldadır; “ Liyağfire lekellâhu mâ tekaddeme min zenbike ve ma teahhar “ haline gelmemiştir
  • گر ولی زهری خورد نوشی شود ** ور خورد طالب سیه هوشی شود
  • Velî, zehir yese bal olur, fakat talip yese aklı kararır zarara uğrar.
  • رب هب لی از سلیمان آمده ست ** که مده غیر مرا این ملک و دست‌‌
  • Süleyman ”Rabbi hebli” demiş, yani “”Benden başkasına bu saltanatı verme.”
  • تو مکن با غیر من این لطف و جود ** این حسد را ماند اما آن نبود 2605
  • Yahut benden başkasına bu lûtufta, bu ihsanda bulunma” diye niyaz etmiştir. Bu hasede benzer ama değildir.
  • نکته‌‌ی لا ينبغی می‌‌خوان به جان ** سر من بعدی ز بخل او مدان‌‌
  • Lâ yenbağı nüktesini candan oku. Benden sonra bu saltanatı kimseye verme sırrını onun nekesliğinden bilme.
  • بلکه اندر ملک دید او صد خطر ** مو به مو ملک جهان بد بیم سر
  • Hattâ o, saltanatta yüzlerce zarar ve tehlike gördü. Cihan saltanatı, kıldan kıla, baştanbaşa can kaygısından, baş korkusundan ibarettir.
  • بیم سر با بیم سر با بیم دین ** امتحانی نیست ما را مثل این‌‌
  • Baş korkusuyla can ve din korkusu... Bize bunun gibi bir imtihan daha olamaz.
  • پس سلیمان همتی باید که او ** بگذرد زین صد هزاران رنگ و بو
  • Süleyman himmetli birisi gerektir ki bu yüz binlerce renkten, kokudan vazgeçsin.
  • با چنان قوت که او را بود هم ** موج آن ملکش فرومی‌‌بست دم‌‌ 2610
  • Kuvvet ve kudretiyle beraber o saltanatın dalgası Süleyman’ın bile nefesini tıkıyordu.
  • چون بر او بنشست زین اندوه گرد ** بر همه شاهان عالم رحم کرد
  • Bu keder yüzünden üstüne toz, toprak konunca bütün cihan padişahlarına acıdı da.
  • شد شفیع و گفت این ملک و لوا ** با کمالی ده که دادی مر مرا
  • Şefaat edip ”Bana verdiğin bu saltanatı, kemal sahibi olanlara da ver.
  • هر که را بدهی و بکنی آن کرم ** او سلیمان است و آن کس هم منم‌‌
  • Bu saltanatı, kerem edip kime verir, kime bağışlarsan Süleyman odur, o da benim.
  • او نباشد بعدی او باشد معی ** خود معی چه بود منم بی‌‌مدعی‌‌
  • O benden sonra kimseye verme hükmüne dahil değildir; benimledir. Hattâ benimle ne demek? O kişi, davasız, nizasız benim” dedi.
  • شرح این فرض است گفتن لیک من ** باز می‌‌گردم به قصه‌‌ی مرد و زن‌‌ 2615
  • Bunu anlatmak farzdır. Ama biz, yine karıkoca hikâyesine dönüyoruz.
  • مخلص ماجرای عرب و جفت او
  • Arapla eşine ait hikâyenin sonu
  • ماجرای مرد و زن را مخلصی ** باز می‌‌جوید درون مخلصی‌‌
  • Bir Muhlis’in (Çelebi Hüsameddin’in) gönlü, o karı ve koca hikâyesinin neticesini istemekte.
  • ماجرای مرد و زن افتاد نقل ** آن مثال نفس خود می‌‌دان و عقل‌‌
  • Karıkoca hikâyesi, bir masaldan ibaret. Fakat onu nefsinle aklının misali bil.
  • این زن و مردی که نفس است و خرد ** نیک بایسته ست بهر نیک و بد
  • Bu kadınla erkek nefisle akıldır. İyi kişiye de mutlaka lâzımdır, kötü kişiye de.
  • وین دو بایسته در این خاکی سرا ** روز و شب در جنگ و اندر ماجرا
  • Bu ikisi, toprak yurtta esir ve mahpusturlar. Gece gündüz savaşta macera içinde.
  • زن همی‌‌خواهد هویج خانگاه ** یعنی آب رو و نان و خوان و جاه‌‌ 2620
  • Kadın durmadan evin ihtiyaçlarını ister, evin şerefini, yani eve lâzım olan ekmeği, yüceliği, hürmeti diler durur.
  • نفس همچون زن پی چاره‌‌گری ** گاه خاکی گاه جوید سروری‌‌
  • Nefis, kadın gibi her işe bir çare bulmak üzere gâh toprağa döşenir, tevazu gösterir; gâh ululuk diler, yücelir.
  • عقل خود زین فکرها آگاه نیست ** در دماغش جز غم الله نیست‌‌
  • Aklınsa, bu düşüncelerden zaten haberi yoktur. Fikrinde Tanrı gamından başka bir şey yoktur.
  • گر چه سر قصه این دانه ست و دام ** صورت قصه شنو اکنون تمام‌‌
  • Hikâyenin içyüzü, bu tane ve tuzaktır, nefisle akıl arasındaki maceradır, fakat sen dış yüzünün tamamını dinle.
  • گر بیان معنوی کافی شدی ** خلق عالم عاطل و باطل بدی‌‌
  • Eğer yalnız mânaya ait anlatış kifayet etseydi âlem halkı, tamamı ile işten güçten kalır, âlemin nizamı bozulur giderdi.
  • گر محبت فکرت و معنیستی ** صورت روزه و نمازت نیستی‌‌ 2625
  • Sevgi, düşünce ve mânadan ibaret olsaydı senin oruç ve namazının zâhiri suretleri de kalmaz, yok olurdu.
  • هدیه‌‌های دوستان با همدیگر ** نیست اندر دوستی الا صور
  • Dostların birbirine armağan sunmaları, dostluğa nazaran ancak görünüşe ait şeylerdir.
  • تا گواهی داده باشد هدیه‌ها ** بر محبتهای مضمر در خفا
  • Fakat bu suretle o armağanlar, gönüllerde gizli bulunan sevgilere şahadet eder.
  • ز آن که احسانهای ظاهر شاهدند ** بر محبتهای سر ای ارجمند
  • Çünkü, ey ulu kişi, zâhiri iyilikler gizli sevgilere şahittir.
  • شاهدت گه راست باشد گه دروغ ** مست گاهی از می و گاهی ز دوغ‌‌
  • Şahidin de bazen doğrucu, bazen yalancı olur. Sarhoş, bazen şaraptan olur, bazen de ayrandan!
  • دوغ خورده مستیی پیدا کند ** های و هوی و سر گرانیها کند 2630
  • Ayran içen de kendisini sarhoş gösterebilir. Gürültü eder, sarhoş görünür.
  • آن مرایی در صیام و در صلاست ** تا گمان آید که او مست ولاست‌‌
  • O murai de, kendisini muhabbet sarhoşu sansınlar diye oruçlu görünür, namaz kılar.
  • حاصل افعال برونی دیگر است ** تا نشان باشد بر آن چه مضمر است‌‌
  • Surete ait işlerden meydana gelen şey bambaşkadır. Fakat gönülde gizli olan şeye alâmettir.
  • یا رب آن تمییز ده ما را به خواست ** تا شناسیم آن نشان کژ ز راست‌‌
  • Ya Rabbi, duamızı kabul et, bize bu temyizi ver de o eğri, yalancı alâmeti,doğrusundan ayırt edelim.
  • حس را تمییز دانی چون شود ** آن که حس ینظر بنور الله بود
  • Hiç, bu temyize nasıl malik olur? Tanrı nuru ile bakar, görürse o zaman bu temyizi elde eder.
  • ور اثر نبود سبب هم مظهر است ** همچو خویشی کز محبت مخبر است‌‌ 2635
  • Eser olmasa bile sebep onu meydana çıkarır. Akrabalık gibi...Akrabalık sevgiyi bildirir.
  • نبود آن که نور حقش شد امام ** مر اثر را یا سببها را غلام‌‌
  • Fakat imam ve muktedası Tanrı nuru olan kişi, ne eserlere kul olur ne sebeplere.
  • یا محبت در درون شعله زند ** زفت گردد وز اثر فارغ کند
  • Sevgi gönülde şûlelendikçe büyür, nihayet sevgi sahibi, eserden kurtulur.
  • حاجتش نبود پی اعلام مهر ** چون محبت نور خود زد بر سپهر
  • Sevgisini bildirmeye ihtiyacı yoktur. Çünkü sevgi nurunu bütün kâinata yaymıştır.
  • هست تفصیلات تا گردد تمام ** این سخن لیکن بجو تو و السلام‌‌
  • Bu sözün tamamlanması için hayli tafsilât var ama sen ara.
  • گر چه شد معنی در این صورت پدید ** صورت از معنی قریب است و بعید 2640
  • Gerçi mâna, bu suretten zâhir olmaktadır ama bir cihetten mânaya yakındır, bir bakımdan mânaya uzak!
  • در دلالت همچو آب‌‌اند و درخت ** چون به ماهیت روی دورند سخت‌‌
  • Delâlet hususunda mâna ile suret, su ile ağaç gibidir. Mahiyetlerine bakarsan birbirlerinden tamamı ile uzaktırlar.
  • ترک ماهیات و خاصیات گو ** شرح کن احوال آن دو ماهرو
  • Sen mahiyetleri de bırak, hasasları da. O iki rızık arayan karıkocanın ahvalini anlat.
  • دل نهادن عرب بر التماس دل بر خویش و سوگند خوردن که در این تسلیم مرا حیلتی و امتحانی نیست‌‌
  • O Arabın, karısının dileğine uyması ve “ Bu inkıyatta bir hilem var, ne de imtihan yoluyla yapıyorum “ diye yemin etmesi