English    Türkçe    فارسی   

2
789-838

  • دشمن خود بوده‏اند آن منکران ** زخم بر خود می‏زدند ایشان چنان‏
  • O münkirler, kendilerinin düşmanlarıydı; onlar kendilerini yaralıyorlardı.
  • دشمن آن باشد که قصد جان کند ** دشمن آن نبود که خود جان می‏کند 790
  • Düşman, ona derler ki cana kastetsin. Kendi kendisine can çekişene düşman demezler.
  • نیست خفاشک عدوی آفتاب ** او عدوی خویش آمد در حجاب‏
  • Yarasacağız, güneşin düşmanı değildir, hicaba girmiş, kendi kendisine düşman olmuştur.
  • تابش خورشید او را می‏کشد ** رنج او خورشید هرگز کی کشد
  • Güneşin ziyası onu öldürür; fakat güneş, yarasanın zahmetini hiç çeker mi, yarasa güneşe bir kötülükte bulunabilir mi?
  • دشمن آن باشد کز او آید عذاب ** مانع آید لعل را از آفتاب‏
  • Düşman, ona derler ki ondan bir azap, bir eziyet gelsin; kabiliyeti olan taşın güneş tesiriyle lâl olmasına mümanaat etsin!
  • مانع خویشند جمله‏ی کافران ** از شعاع جوهر پیغمبران‏
  • Halbuki kâfirlerin hepsi de peygamberlerin cevherlerindeki ziyadan kendilerini men ederler.!
  • کی حجاب چشم آن فردند خلق ** چشم خود را کور و کژ کردند خلق‏ 795
  • Halk, nasıl olur da o tek kişinin gözüne perde olur? Bilâkis kendi gözlerini kör eder, kendi gözlerini kötü bir hale sokarlar.
  • چون غلام هندویی کاو کین کشد ** از ستیزه‏ی خواجه خود را می‏کشد
  • Efendisiyle inada girişip kinlenerek kendisini öldüren Arap köle gibi!
  • سر نگون می‏افتد از بام سرا ** تا زیانی کرده باشد خواجه را
  • Köle, sahibine ziyan vermek için kendisini damdan baş aşağı yere atar, helâk olup gider!
  • گر شود بیمار دشمن با طبیب ** ور کند کودک عداوت با ادیب‏
  • Hasta, doktora düşman olmuş; çocuk, kendisini terbiye edene düşmanlık beslemiş;( zarar kime?)!
  • در حقیقت ره زن جان خودند ** راه عقل و جان خود را خود زدند
  • Hakikatte hasta da, çocuk da kendi yolunu vurmakta, kendi akıl ve canının yolunu kesmektedir.
  • گازری گر خشم گیرد ز آفتاب ** ماهیی گر خشم می‏گیرد ز آب‏ 800
  • Bez yıkayan, güneşe kızar; balık, denize hiddet ederse,
  • تو یکی بنگر که را دارد زیان ** عاقبت که بود سیاه اختر از آن‏
  • Bir bak, ziyanı kime? Sonunda bu kızgınlık yüzünden kimin bahtı kararır?
  • گر ترا حق آفریند زشت رو ** هان مشو هم زشت رو هم زشت خو
  • Allah seni çirkin yarattıysa kendine gel de bari hem yüzü çirkin, hem huyu çirkin olma!
  • ور برد کفشت مرو در سنگلاخ ** ور دو شاخ استت مشو تو چار شاخ‏
  • Ayakkabın olsa bile taşlığa gitme. İki boynuzun varsa dört boynuzlu olma!
  • تو حسودی کز فلان من کمترم ** می‏فزاید کمتری در اخترم‏
  • Sen “ Ben filân kişiden daha aşağı mıyım ki talihim böyle ters gidiyor” diye haset ediyorsun ama,
  • خود حسد نقصان و عیبی دیگر است ** بلکه از جمله کمیها بدتر است‏ 805
  • Esasen haset de başka bir noksan, başka bir ayıp. Hatta bütün aşağılıklardan daha beter!
  • آن بلیس از ننگ و عار کمتری ** خویش را افکند در صد ابتری‏
  • Şeytan da aşağı olmadan arlandı, bunu ayıp telâkki etti de kendisini yüzlerce kötülüğe düşürdü.
  • از حسد می‏خواست تا بالا بود ** خود چه بالا بلکه خون‏پالا بود
  • Hasedinden yücelmek istedi. Fakat yücelik nerede? Kanlara bulanıp kaldı.
  • آن ابو جهل از محمد ننگ داشت ** وز حسد خود را به بالا می‏فراشت‏
  • Ebucehil, Muhammet’e uymaya utandı, hasedinden kendisini yüceltmeye, ondan yüksek olmaya çalıştı.
  • بو الحکم نامش بد و بو جهل شد ** ای بسا اهل از حسد نااهل شد
  • Adı Ebül Hakem’di. Ebu cehil oldu. Nice ehliyetli kişiler vardır ki haset yüzünden naehil olup kalmışlardır!
  • من ندیدم در جهان جست و جو ** هیچ اهلیت به از خوی نکو 810
  • Ben, bu çalışıp çabalama dünyasında iyi huydan daha iyi bir ehliyet görmedim.
  • انبیا را واسطه ز آن کرد حق ** تا پدید آید حسدها در قلق‏
  • Allah, mihnet ve ıstıraplarla hasetler meydana çıksın diye peygamberleri vasıta etti.
  • ز انکه کس را از خدا عاری نبود ** حاسد حق هیچ دیاری نبود
  • Çünkü Allahtan kimse arlanmaz, Allah’a kimse haset etmez.
  • آن کسی کش مثل خود پنداشتی ** ز آن سبب با او حسد برداشتی‏
  • Fakat halk, Peygamberi de kendisi gibi bir adam sanır, o yüzden ona haset eder.
  • چون مقرر شد بزرگی رسول ** پس حسد ناید کسی را از قبول‏
  • Fakat peygamberin büyüklüğü tahakkuk etti mi, artık ona kimse haset edemez, ona herkes uyar.
  • پس به هر دوری ولیی قایم است ** تا قیامت آزمایش دایم است‏ 815
  • Şu halde her devirde peygamber yerine bir veli vardır, bu sınama kıyamete kadar daimidir.
  • هر که را خوی نکو باشد برست ** هر کسی کاو شیشه دل باشد شکست‏
  • Kimde iyi huy varsa kurtulmuştur; kimin kalbi sırçadansa sınmıştır.
  • پس امام حی قایم آن ولی است ** خواه از نسل عمر خواه از علی است‏
  • İşte diri ve faal imam, o velidir; ister Ömer soyundan olsun, ister Ali soyundan!
  • مهدی و هادی وی است ای راه جو ** هم نهان و هم نشسته پیش رو
  • Ey yol arayan, Mehdi de O’dur, Hadi de O. Hem gizlidir, hem senin karşında oturmakta.
  • او چو نور است و خرد جبریل اوست ** و آن ولی کم از او قندیل اوست‏
  • O, nura benzer; akıl onun Cebrail’idir. Ondan aşağı olan veli de onun kandilidir.
  • و انکه زین قندیل کم مشکات ماست ** نور را در مرتبه ترتیبهاست‏ 820
  • Bu kandilden daha aşağı derece de olan veli de kandil konan yerimizdir. Nura mertebe bakımından dereceler vardır.
  • ز انکه هفصد پرده دارد نور حق ** پرده‏های نور دان چندین طبق‏
  • Çünkü Allah nurunun yedi yüz perdesi vardır. Nur perdelerini bu kadar kat bil!
  • از پس هر پرده قومی را مقام ** صف صف‏اند این پرده‏هاشان تا امام‏
  • Her perdenin ardında bir kavmin durağı var. İmam’a kadar bu perdeler saf saftır.
  • اهل صف آخرین از ضعف خویش ** چشمشان طاقت ندارد نور بیش‏
  • Son saftakilerin gözleri, zayıflıktan ön saftakilerin nuruna tahammül edemez.
  • و آن صف پیش از ضعیفی بصر ** تاب نارد روشنایی بیشتر
  • Ön saftakilerin gözleri de görüş zayıflığı yüzünden daha ön saftakilerin nuruna takat getirmez.
  • روشنیی کاو حیات اول است ** رنج جان و فتنه‏ی این احول است‏ 825
  • İlk saftakilerin hayatı olan aydınlık, bu şaşının ruhuna azap ve afettir.
  • احولیها اندک اندک کم شود ** چون ز هفصد بگذرد او یم شود
  • Şaşılıklar yavaş, yavaş azalır; adam yedi yüz dereceyi geçti mi deniz kesilir.
  • آتشی کاصلاح آهن یا زر است ** کی صلاح آبی و سیب تر است‏
  • Demiri yahut altını sâf bir hale getiren ateş, terü taze ayva ve elmaya yarar mı?
  • سیب و آبی خامیی دارد خفیف ** نه چو آهن تابشی خواهد لطیف‏
  • Ayva ve elmanın da az bir hamlığı olabilir, fakat demire benzemezler, hafif bir hararet isterler.
  • لیک آهن را لطیف آن شعله‏هاست ** کاو جذوب تابش آن اژدهاست‏
  • Hâlbuki o hararet, o şuleler, demir için kâfi değildir. Çünkü demir, ejderha gibi olan ateşin yalımını ister.
  • هست آن آهن فقیر سخت کش ** زیر پتک و آتش است او سرخ و خوش‏ 830
  • O demir, meşakkatlere tahammül eden fakirdir. Çekicin altında, ateşin içinde kıpkırmızı bir hale gelir; ondan hoşlanır.
  • حاجب آتش بود بی‏واسطه ** در دل آتش رود بی‏رابطه‏
  • Bu çeşit fakir, ateşin vasıtasız perdecisidir, vasıta ve vesile olmaksızın ateşin ta ortasına kadar girer.
  • بی‏حجاب آب و فرزندان آب ** پختگی ز آتش نیابند و خطاب‏
  • Fakat su ve su oğulları; hicap olmaksızın, bir vasıta bulunmaksızın ne ateşten olgun bir hale gelirler, ne ateşin hitabına mazhar olurlar.
  • واسطه دیگی بود یا تابه‏ای ** همچو پا را در روش پا تابه‏ای‏
  • Ayağa, yürümek için nasıl ayakkabı lâzımsa bunlara da ateşten feyz almak için bir tencere yahut tava lâzımdır.
  • یا مکانی در میان تا آن هوا ** می‏شود سوزان و می‏آرد بما
  • Yahut da ortada bir yer gerektir ki hava ısınsın, kızsın da harareti suya müessir olsun.
  • پس فقیر آن است کاو بی‏واسطه ست ** شعله‏ها را با وجودش رابطه ست‏ 835
  • Fakir ona derler ki şûlelerle vasıtasız rabıtası vardır.
  • پس دل عالم وی است ایرا که تن ** می‏رسد از واسطه‏ی این دل به فن‏
  • Hakikatte âlemin gönlü odur. Çünkü ten (gibi olan âleme) bu gönül vasıtasıyla feyz gelir, ten (gibi olan cihan), bu gönül yüzünden işe yarar.
  • دل نباشد، تن چه داند گفت‏وگو ** دل نجوید، تن چه داند جستجو
  • Gönül olmasa ten, konuşmayı ne bilir? Gönül aramasa ten, araştırmadan ne anlar?
  • پس نظرگاه شعاع آن آهن است ** پس نظرگاه خدا دل نی تن است‏
  • Demek ki şûlelerin nazargâhı o demirdir. Şu halde Allah’ın nazargâhı da gönüldür, ten değil!