English    Türkçe    فارسی   

3
3613-3662

  • فرخ آن ترکی که استیزه نهد ** اسپش اندر خندق آتش جهد
  • Ne mutludur ki o Türk ki savaşa girişir, dayanır da atını ateşler dolu hendeğe bile sürer, ateşler dolu hendekten bile sıçratır…
  • گرم گرداند فرس را آنچنان ** که کند آهنگ اوج آسمان
  • Atını öyle sürer, öyle şahlandırır ki gökyüzüne çıkmaya kalkışır.
  • چشم را از غیر و غیرت دوخته ** همچو آتش خشک و تر را سوخته 3615
  • Ne kimseyi görür, ne kimsenin hasedine bakar. Her şeyden gözünü yummuştur; ateş gibi kuruyu da yakmıştır, yaşı da.
  • گر پشیمانی برو عیبی کند ** آتش اول در پشیمانی زند
  • Yaptığı işten bir pişmanlık duyar ve bu pişmanlık ona bir ayıp olursa o, önce pişmanlığa ateş salar, yakıp yandırır.
  • خود پشیمانی نروید از عدم ** چون ببیند گرمی صاحب‌قدم
  • Zaten adam, bir işte ayak diredi mi hiç yoktan pişmanlık meydana gelmez ki!
  • شناختن هر حیوانی بوی عدو خود را و حذر کردن و بطالت و خسارت آنکس کی عدو کسی بود کی ازو حذر ممکن نیست و فرار ممکن نی و مقابله ممکن نی
  • Her hayvanın, düşmanının kokusunu duyup çekinmesi, kendisinden çekinilmeye, kaçmaya, karşı koymaya imkân bulunmayan birisiyle düşmanlığa kalkışan adamın ziyankârlığı
  • اسپ داند بانگ و بوی شیر را ** گر چه حیوانست الا نادرا
  • At, aslanın sesini de tanır, kokusunu da duyar. Hayvandır ama düşmanını bilmemesi, duymaması pek nadirdir.
  • بل عدو خویش را هر جانور ** خود بداند از نشان و از اثر
  • Hatta zaten yalnız at değil, her hayvan, düşmanını, nişanından, eserinden tanır, bilir.
  • روز خفاشک نیارد بر پرید ** شب برون آمد چو دزدان و چرید 3620
  • Yarasacık gündüz uçamaz, hırsızlar gibi geceleyin çıkar, yayılır.
  • از همه محروم‌تر خفاش بود ** که عدو آفتاب فاش بود
  • Hayvanlardan hepsinden daha mahrum hayvan yarasadır. Meydanda ki güneşin düşmanıdır o.
  • نه تواند در مصافش زخم خورد ** نه بنفرین تاندش مهجور کرد
  • Fakat ne ben senin düşmanınım diye güneşe karşı koyabilir, ne nefretiyle onu uzaklaştırabilir!
  • آفتابی که بگرداند قفاش ** از برای غصه و قهر خفاش
  • Güneş, yarasanın derdine, kahrına bakıp yüzünü döndürse, gizlense bu,
  • غایت لطف و کمال او بود ** گرنه خفاشش کجا مانع شود
  • Güneşin son derece lütfuna, güneşin en üstün bir kemale sahip bulunuşuna delâlet eder. Yoksa hiç yarasa güneşe mâni olabilir mi?
  • دشمنی گیری بحد خویش گیر ** تا بود ممکن که گردانی اسیر 3625
  • Düşmanlığa kalkışacaksan düşmanlık edebileceğin birisiyle savaş ki onu esir edebilmek mümkün olsun.
  • قطره با قلزم چو استیزه کند ** ابلهست او ریش خود بر می‌کند
  • Karta, denizle nasıl savaşa girişebilir? Girişirse aptaldır, kendi saçını, sakalını yolar.
  • حیلت او از سبالش نگذرد ** چنبره‌ی حجره‌ی قمر چون بر درد
  • Hilesi, saçından sakalından ileri gidemez ki. Nasıl olur da ayın odasındaki perdeyi yırtabilir?
  • با عدو آفتاب این بد عتاب ** ای عدو آفتاب آفتاب
  • Güneşe düşmanlık eden şu azara uğrar: Ey güneşin güneşine düşman olan,
  • ای عدو آفتابی کز فرش ** می‌بلرزد آفتاب و اخترش
  • Sen öyle bir güneşe düşmansın ki onun ışığından güneş de titremektedir, yıldız da!
  • تو عدو او نه‌ای خصم خودی ** چه غم آتش را که تو هیزم شدی 3630
  • Sen, onun düşmanı değilsin, kendinin düşmanısın. Sen odun olsan ateşe ne gam, o ne yapsın?
  • ای عجب از سوزشت او کم شود ** یا ز درد سوزشت پر غم شود
  • Ne şaşılacak şey… Hiç senin yanışınla onun ışığı, onun harareti azalır mı? Yahut da hiç sen yanıp yakılıyorsun diye gamlanır mı?
  • رحمتش نه رحمت آدم بود ** که مزاج رحم آدم غم بود
  • Onun merhameti, insanın merhametine benzemez. Çünkü insanın acımasında bir dert, bir elem vardır.
  • رحمت مخلوق باشد غصه‌ناک ** رحمت حق از غم و غصه‌ست پاک
  • Mahlûkun acıması elemle karışıktır. Allah’ın rahmetiyle dertten de paktır, elemden de.
  • رحمت بی‌چون چنین دان ای پدر ** ناید اندر وهم از وی جز اثر
  • Babam, Allah rahmetini şöyle bil: O rahmet, vehme bile sığmaz, yalnız eseri görünür.
  • فرق میان دانستن چیزی به مثال و تقلید و میان دانستن ماهیت آن چیز
  • Bir şeyi misal ve taklitle bilmekle o şeyin hakikatini bilmek arasındaki fark
  • ظاهرست آثار و میوه‌ی رحمتش ** لیک کی داند جز او ماهیتش 3635
  • Onun rahmet eserleriyle rahmet meyveleri meydandadır. Fakat onun mahiyetini ondan başka kim bilebilir?
  • هیچ ماهیات اوصاف کمال ** کس نداند جز بثار و مثال
  • Kemal vasıflarının mahiyetleri, yalnız eser ve misalleriyle bilinir. Bundan başka bir tarzda kimsecikler bilemez.
  • طفل ماهیت نداند طمث را ** جز که گویی هست چون حلوا ترا
  • Çocuk çiftleşmenin mahiyetini bilemez ki… Helva, yok mu? İşte onun gibi lezzetlidir dersen o başka.
  • کی بود ماهیت ذوق جماع ** مثل ماهیات حلوا ای مطاع
  • Fakat ey taklide yapışmış adam, çiftleşmede ki lezzet, helvada ki lezzete benzer mi? O nerede, bu nerede?
  • لیک نسبت کرد از روی خوشی ** با تو آن عاقل چو تو کودک‌وشی
  • Fakat sen çocuk gibisin de o akıllı adam, sana güzellikle o misali getirdi.
  • تا بداند کودک آن را از مثال ** گر نداند ماهیت یا عین حال 3640
  • Çocuk da işin mahiyet ve hakikatini bilmese bile misalle anlar hiç olmazsa.
  • پس اگر گویی بدانم دور نیست ** ور ندانم گفت کذب و زور نیست
  • Bu misalden sonra ben, bunu biliyorum desen yanlış olmaz, doğrudur… Fakat bilmiyorum desen sözün yine yalan ve uydurma olmaz.
  • گر کسی گوید که دانی نوح را ** آن رسول حق و نور روح را
  • Birisi “Nuh’u o Allah elçisini, o ruh nurunu biliyor musun?” dese,
  • گر بگویی چون ندانم کان قمر ** هست از خورشید و مه مشهورتر
  • Sen de “Nasıl bilmem o ay yüzlüyü? Güneşten de meşhurdur, aydan da.
  • کودکان خرد در کتابها ** و آن امامان جمله در محرابها
  • Küçücük çocuklar bile onu Tarih kitaplarında okuyorlar… Hocalar, bütün mihraplarda söylüyorlar.
  • نام او خوانند در قرآن صریح ** قصه‌اش گویند از ماضی فصیح 3645
  • Kuran’da adı açıkça okunuyor. Geçmiş zamanlarda ki macerası fasih bir surette anlatılıyor” desen.
  • راست‌گو دانیش تو از روی وصف ** گرچه ماهیت نشد از نوح کشف
  • Doğru söylüyorsun, sana Nuh’un mahiyeti keşfedilmediyse de onu sana söylediler, övdüler: Sen de naklediyor, onu övüyorsun.
  • ور بگویی من چه دانم نوح را ** همچو اویی داند او را ای فتی
  • Fakat desen ki: “Ben Nuh’u ne bileyim? A yiğit, onu onun gibi bir er bilir.
  • مور لنگم من چه دانم فیل را ** پشه‌ای کی داند اسرافیل را
  • Ben topal bir karıncayım, fili ne bileyim? Bir sivrisinek, İsrafil’i nereden bilecek?
  • این سخن هم راستست از روی آن ** که بماهیت ندانیش ای فلان
  • Bu söz de doğru… Çünkü mahiyet bakımından Nuh’u bilmezsin ki.
  • عجز از ادراک ماهیت عمو ** حالت عامه بود مطلق مگو 3650
  • Mahiyetleri anlamaktan âciz olmak, halkın halidir ama bu sözü istisnasız söyleme.
  • زانک ماهیات و سر سر آن ** پیش چشم کاملان باشد عیان
  • Çünkü mahiyetlerle onların sırrının sırrı, kâmillerin gözü önünde apaçıktır.
  • در وجود از سر حق و ذات او ** دورتر از فهم و استبصار کو
  • Varlık âleminde Allah’ın sırrından Allah’ın zatından daha ziyade anlayıştan uzak ve bir görüşe sığmaz ne var?
  • چونک آن مخفی نماند از محرمان ** ذات و وصفی چیست کان ماند نهان
  • O bile mahremlerden gizli kalmazsa artık bir şeyin mahiyeti bir şeyin vasfı nedir ki gizli kalsın?
  • عقل بحثی گوید این دورست و گو ** بی ز تاویل محالی کم شنو
  • Akıl, bir bahiste bu olmayacak şey, akıldan uzak tevile sığmaz, olmayacak şeyi dinleme der.
  • قطب گوید مر ترا ای سست‌حال ** آنچ فوق حال تست آید محال 3655
  • Kutup da, sana der ki “A düşkün, anlayışından üstün gördüğün şeylere olmayacak şey diyorsun.
  • واقعاتی که کنونت بر گشود ** نه که اول هم محالت می‌نمود
  • Şimdi sana keşf olan vakalar da sana evvelce olmayacak şeyler görünmüyor muydu?
  • چون رهانیدت ز ده زندان کرم ** تیه را بر خود مکن حبس ستم
  • Allah, keremiyle seni on tane zindandan kurtarmışken bu Tih ovasını kendine sitem hapishanesi yapma!”
  • جمع و توفیق میان نفی و اثبات یک چیز از روی نسبت و اختلاف جهت
  • Nisbet ve zâhiri ihtilâf yüzünden bir şeyde hem nefiy, hem de ispatın birleşmesi
  • نفی آن یک چیز و اثباتش رواست ** چون جهت شد مختلف نسبت دوتاست
  • Bir şeyin hem nefyedilmesi caizdir, hem ispat edilmesi. Çünkü zahiri görünüş aykırıdır, nispet de iki türlü olabilir.
  • ما رمیت اذ رمیت از نسبتست ** نفی و اثباتست و هر دو مثبتست
  • Allah’ın “O taşları attığın zaman yok mu? Onları sen atmadın ki… Allah attı” demesinde hem hem nefiy vardır, hem ispat ve ikisi de yerindedir.
  • آن تو افکندی چو بر دست تو بود ** تو نه افکندی که قوت حق نمود 3660
  • Onları sen attın, çünkü taşlar senin elindeydi. Fakat sen atmadın, çünkü o atış kuvvetini Allah izhar etti.
  • زور آدم‌زاد را حدی بود ** مشت خاک اشکست لشکر کی شود
  • İnsanoğlunun kuvvetinin bir haddi, bir hududu vardır. Bir avuç toz, toprak nasıl olur da bir orduyu bozar, kırıp geçirir?
  • مشت مشت تست و افکندن ز ماست ** زین دو نسبت نفی و اثباتش رواست
  • Avuç, senin avucundur ama atış bizden. Bu iki nispetin nefyi de yerindedir, ispatı da.