English    Türkçe    فارسی   

3
4348-4397

  • شد قیامت عید و بی‌دینان دهل ** ما چو اهل عید خندان همچو گل
  • Kıyamet bayramında dinsizler davul… Biz ise gül gibi gülmekteyiz, bayrama erişenlere benziyoruz.
  • بشنو اکنون این دهل چون بانگ زد ** دیگ دولتبا چگونه می‌پزد
  • Şimdi duy da bak, bu davul nasıl ses vermekte… Devlet tenceresi nasıl kaynamakta
  • چونک بشنود آن دهل آن مرد دید ** گفت چون ترسد دلم از طبل عید 4350
  • O er, davulun sesini duyunca “Gönlüm, bayram davulundan nasıl olur da korkar?” dedi.
  • گفت با خود هین ملرزان دل کزین ** مرد جان بددلان بی‌یقین
  • Kendi kendisine dedi ki: “Gönül, titreme, korkma… yakine erişmiş kötü gönüllülerin canları öldü gitti.
  • وقت آن آمد که حیدروار من ** ملک گیرم یا بپردازم بدن
  • Haydar gibi ya ülkeyi zapt ederim ya canım bedenimden gider.”
  • بر جهید و بانگ بر زد کای کیا ** حاضرم اینک اگر مردی بیا
  • Yerinden fırladı bağırdı: “Ey ulu adam, işte buracıkta hazırım; hadi, ersen gel!”
  • در زمان بشکست ز آواز آن طلسم ** زر همی‌ریزید هر سو قسم قسم
  • Tılsım, hemencecik bozuldu, her taraftan ulam ulam altın dökülmeye başladı.
  • ریخت چند این زر که ترسید آن پسر ** تا نگیرد زر ز پری راه در 4355
  • Öyle altın döküldü ki oğlancağız, kapının bile kapanıp açılmayacağından korktu.
  • بعد از آن برخاست آن شیر عتید ** تا سحرگه زر به بیرون می‌کشید
  • Ondan sonra o kuvvetli aslan kalktı, ta seher çağına kadar altını dışarıya taşımakla uğraştı.
  • دفن می‌کرد و همی آمد بزر ** با جوال و توبره بار دگر
  • Altınları gömmekte, sonra yine gelip çuvallara, torbalara doldurarak dışarıya götürmekteydi.
  • گنجها بنهاد آن جانباز از آن ** کوری ترسانی واپس خزان
  • O canıyla oynayan er, gerisin geriye çekilip kaçan korkakların rağmine definelerine sahip oldu.
  • این زر ظاهر بخاطر آمدست ** در دل هر کور دور زرپرست
  • Her kör ve hakikatten uzak kalmış altına tapan kişinin hatırına bu hikâyeyi duyunca derhal zahiri altın gelir.
  • کودکان اسفالها را بشکنند ** نام زر بنهند و در دامن کنند 4360
  • Çocuklar saksıları kırar, o kırık parçalara altın adını takar eteklerine koyarlar.
  • اندر آن بازی چو گویی نام زر ** آن کند در خاطر کودک گذر
  • Oyun oynarken o parçalara altın adını taktın ya… Artık ne vakit altın desen çocuğun aklına saksı kırıkları gelir.
  • بل زر مضروب ضرب ایزدی ** کو نگردد کاسد آمد سرمدی
  • Fakat erlerin kastettikleri altın ne o altındır, ne bu altın. Onlar üstüne, Allah’ın adı basılmış hakikî altını kastederler. O altın, ne kesada uğrar, ne ziyana… Ebedî ve daimîdir.
  • آن زری کین زر از آن زر تاب یافت ** گوهر و تابندگی و آب یافت
  • O altın, öyle bir altındır ki bu zahirî altın, parlaklığını ondan almış, kadir ve kıymeti ondan bulmuştur.
  • آن زری که دل ازو گردد غنی ** غالب آید بر قمر در روشنی
  • Gönül, o altından ganileşir… Parlaklık ve aydınlıkta aydan bile üstündür.
  • شمع بود آن مسجد و پروانه او ** خویشتن در باخت آن پروانه‌خو 4365
  • O mescit, bir mumdu, adamda pervane… O pervane huylu, âdeta canıyla oynamaktaydı.
  • پر بسوخت او را ولیکن ساختش ** بس مبارک آمد آن انداختش
  • Ateş, kanadını yaktı ama daha güzel kanat ihsan etti. O ateşe atılma, âşıka pek kutlu geldi, pek!
  • همچو موسی بود آن مسعودبخت ** کاتشی دید او به سوی آن درخت
  • O bahtı kutlu, Musa’ya benziyordu. Ağacın civarında bir ateştir, görmüştü.
  • چون عنایتها برو موفور بود ** نار می‌پنداشت و خود آن نور بود
  • Allah, ona birçok inayetlerde bulunmuştu… O, gördüğünü ateş sanıyordu ama nurdu.
  • مرد حق را چون ببینی ای پسر ** تو گمان داری برو نار بشر
  • Oğul, sen de Allah erini görünce ondan insanlık ateşi var sanıyor, onu insan görüyorsun.
  • تو ز خود می‌آیی و آن در تو است ** نار و خار ظن باطل این سو است 4370
  • Sen, onu kendiliğinden insan görüyorsun, hâlbuki o sıfat sende… bâtıl zannın ateşi de bu tarafta, dikeni de!
  • او درخت موسی است و پر ضیا ** نور خوان نارش مخوان باری بیا
  • O, Musa’nın ağacıdır; o, ışıklarla dopdoludur. Bir kerecik olsun ona ateş deme de nur de!
  • نه فطام این جهان ناری نمود ** سالکان رفتند و آن خود نور بود
  • Bu dünyadan vazgeçmek de ateş görünmedi mi? Fakat salikler o makama gittiler, bu âlemi terk ettiler de anladılar ki nurdan ibaretmiş!
  • پس بدان که شمع دین بر می‌شود ** این نه همچون شمع آتشها بود
  • Bil ki din mumu yücedir, ateşten ibaret olan mumlara benzemez.
  • این نماید نور و سوزد یار را ** و آن بصورت نار و گل زوار را
  • Bu zahirî mum nur görünür, fakat sevgiliyi yakar… Din mumuysa sureta ateş görünür, fakat ziyaretçilere gül kesilir!
  • این چو سازنده ولی سوزنده‌ای ** و آن گه وصلت دل افروزنده‌ای 4375
  • Bu zahirî mum çok işler bitirir, fakat hakikatte adamı yakar. Din mumuysa vuslat zamanı gönül aydınlatır.
  • شکل شعله‌ی نور پاک سازوار ** حاضران را نور و دوران را چو نار
  • Allah’a lâyık olan pak nurun şulesi, ona ulaşanlara nur görünür ama ondan uzak kalanlara ateş gibidir.
  • ملاقات آن عاشق با صدر جهان
  • O âşığın Sadr-ı Cihan’la buluşması
  • آن بخاری نیز خود بر شمع زد ** گشته بود از عشقش آسان آن کبد
  • O Buhara’lı âşık da kendisini muma atmıştı. O zahmet, aşkı yüzünden kendine kolay gelmekteydi.
  • آه سوزانش سوی گردون شده ** در دل صدر جهان مهر آمده
  • Her şeyi yakıp yandıran ahı, göklere yüceliyordu. Sadr-ı Cihan’ın gönlüne merhamet gelmişti.
  • گفته با خود در سحرگه کای احد ** حال آن آواره‌ی ما چون بود
  • O bir suç işledi, biz de o suçu gördük. Fakat “Ey Allah, acaba o avaremizin hali nasıl?
  • او گناهی کرد و ما دیدیم لیک ** رحمت ما را نمی‌دانست نیک 4380
  • Bir seher vakti kendi kendisine diyordu ki merhametimizi adamakıllı bilmiyordu ki.
  • خاطر مجرم ز ما ترسان شود ** لیک صد اومید در ترسش بود
  • Suçlu kişinin gönlüne bizden bir korkudur var… Fakat korkusunda yüzlerce ümit gizli.
  • من بترسانم وقیح یاوه را ** آنک ترسد من چه ترسانم ورا
  • Ben utanmayan ve korkmayan kişiyi korkuturum. Zaten benden korkanı neye korkutayım.
  • بهر دیگ سرد آذر می‌رود ** نه بدان کز جوش از سر می‌رود
  • Ateş, soğuk tencerenin altına konur; kaynayan coşkunluğundan baştan çıkan tencerenin altına değil!
  • آمنان را من بترسانم به علم ** خایفان را ترس بردارم به حلم
  • Benden emin olanları bilgimle korkuturum; korkanlarınsa korkularını teskin ederim.
  • پاره‌دوزم پاره در موضع نهم ** هر کسی را شربت اندر خور دهم 4385
  • Ben yamacıyım, yamanması icap eden yeri yamarım. Herkese nabzına göre şerbet veririm.
  • هست سر مرد چون بیخ درخت ** زان بروید برگهاش از چوب سخت
  • Kişinin sırrı ağacın köküne benzer. Yaprakları, o kökten feyz alırda kupkuru gövdesinden çıkar, yeşerir.
  • درخور آن بیخ رسته برگها ** در درخت و در نفوس و در نهی
  • Yapraklar, köke göredir. Ağaçta böyle olduğu gibi nefislerle akıllarda da böyledir.
  • برفلک پرهاست ز اشجار وفا ** اصلها ثابت و فرعه فی السما
  • Vefa ağaçlarından göklere yücelmiş kollar, kanatlar var... Kökleri yerli yerinde de ferileri gökte.
  • چون برست از عشق پر بر آسمان ** چون نروید در دل صدر جهان
  • Aşk yüzünden gökte kollar, kanatlar meydana gelirde Sadr-ı Cihan’ın gönlüne nasıl merhamet gelmez.
  • موج می‌زد در دلش عفو گنه ** که ز هر دل تا دل آمد روزنه 4390
  • Gönlünde o suçu affetme denizi dalgalanmaya başladı… Zaten gönülden gönüle pencere vardır!
  • که ز دل تا دل یقین روزن بود ** نه جدا و دور چون دو تن بود
  • Gönülden gönüle pencere olduğu muhakkak. İki gönül iki ten gibi birbirinden ayrı ve uzak kalamaz.
  • متصل نبود سفال دو چراغ ** نورشان ممزوج باشد در مساغ
  • İki kandilin yağ konan kapları birbirine bitişik değildir ama ışıkları katışmış birleşmiştir.
  • هیچ عاشق خود نباشد وصل‌جو ** که نه معشوقش بود جویای او
  • Hiçbir âşık yoktur ki sevgilisinin vuslatını arasın. Dilesin de sevgilisi onu aramasın, dilemesin!
  • لیک عشق عاشقان تن زه کند ** عشق معشوقان خوش و فربه کند
  • Fakat aşk, âşıkların vücutlarını inceltir, zayıflatır… Sevgililerin vücutlarını ise güzelleştirir, semirtir.
  • چون درین دل برق مهر دوست جست ** اندر آن دل دوستی می‌دان که هست 4395
  • Bu gönülden sevgi ve şimşeği çaktı mı bil ki o gönülde de sevgi vardır.
  • در دل تو مهر حق چون شد دوتو ** هست حق را بی گمانی مهر تو
  • Gönlünde Allah sevgisi arttı mı şüphe yok ki Allah seni seviyor.
  • هیچ بانگ کف زدن ناید بدر ** از یکی دست تو بی دستی دگر
  • Tek elin sesi çıkmaz. Öbür elin olmadıkça, iki elin birbirine vurulmadıkça ne ses çıkar, ne seda!