English    Türkçe    فارسی   

4
133-182

  • بر گروه عاد صرصر می‌کند ** باز بر هودش معطر می‌کند
  • Ad kavmine kasırga halinde getirir, Hud Peygambere ise aynı rüzgârı güzel kokulu bir halde estirir.
  • می‌کند یک باد را زهر سموم ** مر صبا را می‌کند خرم‌قدوم
  • Bir rüzgârı zehirli sam yeli haline sokar; sabah rüzgârını da gelişi kutlu bir hale kor.
  • باد دم را بر تو بنهاد او اساس ** تا کنی هر باد را بر وی قیاس 135
  • Her türlü yeli onunla mukayese edesin diye sana da bir nefes yeli verdi.
  • دم نمی‌گردد سخن بی‌لطف و قهر ** بر گروهی شهد و بر قومیست زهر
  • Lütuf ve kahır yeli olmadıkça söz olmaz... Söz, bir bölük halka baldır, bir bölüğüne zehir!
  • مروحه جنبان پی انعام کس ** وز برای قهر هر پشه و مگس
  • Yelpaze, birisini serinlendirmek için sallanır... Fakat sivrisineklerle karasinekleri de kahretmek içindir!
  • مروحه‌ی تقدیر ربانی چرا ** پر نباشد ز امتحان و ابتلا
  • Artık Allah takdirinin yelpazesi, neden mihnetlerle, belâlarla dolu olmasın?
  • چونک جزو باد دم یا مروحه ** نیست الا مفسده یا مصلحه
  • Mademki cüz’i olan nefes rüzgârı yahut yelpazenin çıkardığı yel bile ya bir şeyi bozmak, ya bir şeyi düzene koymak için esmekte...
  • این شمال و این صبا و این دبور ** کی بود از لطف و از انعام دور 140
  • Bu şimal rüzgârı, bu seher ve bu batı yeli nasıl olurda lütuftan, ihsandan uzak olur?
  • یک کف گندم ز انباری ببین ** فهم کن کان جمله باشد همچنین
  • Bir avuç buğdayı gördün mü ambarı düşün, ambarı gör... Anla ki ambardakiler de hep böyle.
  • کل باد از برج باد آسمان ** کی جهد بی مروحه‌ی آن بادران
  • Gökyüzünün rüzgâr burcundan kopup gelen bütün rüzgârlar da o rüzgârı koparanın yelpazesi olmasa nasıl eser?
  • بر سر خرمن به وقت انتقاد ** نه که فلاحان ز حق جویند باد
  • Ekinciler, ekin devşirme zamanı harman başında Allah’tan rüzgâr istemezler mi?
  • تا جدا گردد ز گندم کاهها ** تا به انباری رود یا چاهها
  • İsterler... Buğdaydan samanı ayırmak, buğdayı ambara koymak yahut kuyulara gömmek için rüzgâr isterler.
  • چون بماند دیر آن باد وزان ** جمله را بینی به حق لابه‌کنان 145
  • Rüzgâr gecikti mi hepsinin de Allah’a yalvarmaya başladığını görürsün.
  • همچنین در طلق آن باد ولاد ** گر نیاید بانگ درد آید که داد
  • Doğum zamanı da böyledir... O doğum yeli, o doğum sancısı gelmezse eyvahlar olsun, aman yarabbi seslerini duymaya başlarsın.
  • گر نمی‌دانند کش راننده اوست ** باد را پس کردن زاری چه خوست
  • Rüzgârı onun gönderdiğini bilmeseler yalvarmanın manası mı kalır?
  • اهل کشتی همچنین جویای باد ** جمله خواهانش از آن رب العباد
  • Yelkenli gemiye binenler de rüzgâr dilerler, Allah’tan bir uygun yel isterler.
  • همچنین در درد دندانها ز باد ** دفع می‌خواهی بسوز و اعتقاد
  • Diş ağrısı da yelden olursa yana yakıla tamam bir itikatla Allah’tan o yelin yatışmasını dilersin.
  • از خدا لابه‌کنان آن جندیان ** که بده باد ظفر ای کامران 150
  • Askerler de yalvarıp yakarırlar, Allah’tan, “Ey muradımızı veren Rabbim, sen bize bir zafer rüzgârı ver” diye dua ederler.
  • رقعه‌ی تعویذ می‌خواهند نیز ** در شکنجه‌ی طلق زن از هر عزیز
  • Doğum gecikince, gebenin yakınları, her azizden muska isterler.
  • پس همه دانسته‌اند آن را یقین ** که فرستد باد رب‌العالمین
  • Hepsi de adamakıllı bilir ki rüzgârı, Âlemlerin Rabbi Allah göndermekte.
  • پس یقین در عقل هر داننده هست ** اینک با جنبنده جنباننده هست
  • Zaten her bilen kişi, aklen bilir ki hareket edenin bir hareket ettiricisi vardır.
  • گر تو او را می‌نبینی در نظر ** فهم کن آن را به اظهار اثر
  • Sen onu gözünle görmüyorsan eserleri görünüyor ya... Onlara bak da anla!
  • تن به جان جنبد نمی‌بینی تو جان ** لیک از جنبیدن تن جان بدان 155
  • Beden de canla hareket eder: fakat canı görmezsin. Görmezsin ama tenin hareketine bak da canı anla!
  • گفت او گر ابلهم من در ادب ** زیرکم اندر وفا و در طلب
  • Âşık, “Edebe riayet bakımından aptal bile olsam vefada, istekte akıllıyım, anlayışlıyım” dedi.
  • گفت ادب این بود خود که دیده شد ** آن دگر را خود همی‌دانی تو لد
  • Sevgili dedi ki: “Eğer şu görünen hareket, edebe riayetse artık ötesini sen daha iyi bilirsin!
  • قصه‌ی آن صوفی کی زن خود را بیگانه‌ای بگرفت
  • Karısını bir yabancıyla yakalayan sofi
  • صوفیی آمد به سوی خانه روز ** خانه یک در بود و زن با کفش‌دوز
  • Sofinin biri, bir gün eve geldi... Evin bir kapısı vardı, karısı da bir kunduracıyla içerdeydi.
  • جفت گشته با رهی خویش زن ** اندر آن یک حجره از وسواس تن
  • Kadın, nefsinin hilelerine uymuş, kunduracıya kul köle kesilmiş, odada adamla buluşmuştu.
  • چون بزد صوفی به جد در چاشتگاه ** هر دو درماندند نه حیلت نه راه 160
  • Sofi, kuşluk çağı kapıyı sıkıca döver dövmez ikisi de şaşırdılar... ne bir hileye başvurmaya imkân vardı, ne kaçıp kurtulacak bir yol!
  • هیچ معهودش نبد کو آن زمان ** سوی خانه باز گردد از دکان
  • Sofinin, o zamanda dükkânı bırakıp eve gelmesi hiç âdeti değildi.
  • قاصدا آن روز بی‌وقت آن مروع ** از خیالی کرد تا خانه رجوع
  • Karısından bir şeyler sezinlenmiş, şüpheye düşmüş, bu yüzden o gün mahsus vakitsiz gelmişti.
  • اعتماد زن بر آن کو هیچ بار ** این زمان فا خانه نامد او ز کار
  • Kadınınsa onun, hiçbir defa işini bırakıp o zamanda eve gelmeyeceğine itimadı vardı.
  • آن قیاسش راست نامد از قضا ** گرچه ستارست هم بدهد سزا
  • Fakat nasılsa bu fikri doğru çıkmadı... Allah suçları örter... Örter ama cezasını da verir!
  • چونک بد کردی بترس آمن مباش ** زانک تخمست و برویاند خداش 165
  • Kötülükte bulundun mu kork, emin olma, çünkü yaptığın kötülük bir tohumdur, Allah, onu mutlaka bitirir!
  • چند گاهی او بپوشاند که تا ** آیدت زان بد پشیمان و حیا
  • Birkaç kere, belki yaptığına pişman olur, utanırsın diye örter, gizler.
  • عهد عمر آن امیر مومنان ** داد دزدی را به جلاد و عوان
  • O müminler ulusu Ömer, halifeliği zamanında bir hırsızı cellada teslim etti.
  • بانگ زد آن دزد کای میر دیار ** اولین بارست جرمم زینهار
  • Hırsız, ey ülkenin beyi, diye bağırdı, beni öldürtme... Bu, ilk suçum!
  • گفت عمر حاش لله که خدا ** بار اول قهر بارد در جزا
  • Ömer dedi ki: “Hâşâ, Allah, ilk suçta hemencecik gazaba gelip cezasını vermez.
  • بارها پوشد پی اظهار فضل ** باز گیرد از پی اظهار عدل 170
  • Lütfunu meydana çıkarmak için defalarca örter de sonradan adaletini göstermek için cezalandırır;
  • تا که این هر دو صفت ظاهر شود ** آن مبشر گردد این منذر شود
  • Bu suretle bu iki sıfatının da meydana çıkmasını, lütfunun muştucu, kahrının da korkutucu olmasını diler.”
  • بارها زن نیز این بد کرده بود ** سهل بگذشت آن و سهلش می‌نمود
  • Kadın da defalarca bu kötü işte bulunmuştu da kolaycacık işi atlatmıştı... bu iş, ona kolay görünüyordu artık.
  • آن نمی‌دانست عقل پای‌سست ** که سبو دایم ز جو ناید درست
  • Gevşek ayaklı akıl, testinin daima ırmaktan kırılmadan sapasağlam gelemeyeceğini bilmiyordu ki!
  • آنچنانش تنگ آورد آن قضا ** که منافق را کند مرگ فجا
  • Fakat bu sefer kaza ve kader, onu öyle bir daraltmış, münafıkı ansızın ölüm nasıl yakalarsa öyle bir sıkı yakalamıştı ki!
  • نه طریق و نه رفیق و نه امان ** دست کرده آن فرشته سوی جان 175
  • Ne yol vardır, ne yoldaş, ne de kurtulma imkânı... (münafık, böyle bir haldeyken) can alıcı melek de gelir çatar, canına el uzatır ya!
  • آنچنان کین زن در آن حجره جفا ** خشک شد او و حریفش ز ابتلا
  • İşte kadın da o cefa odasında dostuyla belâlara uğramış, öylece âdeta kuruyup kalmıştı!
  • گفت صوفی با دل خود کای دو گبر ** از شما کینه کشم لیکن به صبر
  • Sofi, gönlünden, hay kâfirler hay... Size kin güdüp duruyorum ama hele sabredeyim.
  • لیک نادانسته آرم این نفس ** تا که هر گوشی ننوشد این جرس
  • Şimdilik bunu bilmezlikten geleyim de herkes bu çanın sesini duymasın, diyordu.
  • از شما پنهان کشد کینه محق ** اندک اندک هم‌چو بیماری دق
  • Hak yolundaki er de size gizlice böyle kin güder... İstiska hastalığı gibi kinini yavaş yavaş, azar azar belirtir.
  • مرد دق باشد چو یخ هر لحظه کم ** لیک پندارد بهر دم بهترم 180
  • İstiskaya tutulan adam buz gibi her an erir durur... Fakat her an, kendisini daha iyiceyim sanır!
  • هم‌چو کفتاری که می‌گیرندش و او ** غره‌ی آن گفت کین کفتار کو
  • Hani, “sırtlan nerede? Burada yok yahu” diye aranırlar da sırtlan bu söze inanır, bu suretle tutulur, avlanır ya!
  • هیچ پنهان‌خانه آن زن را نبود ** سمج و دهلیز و ره بالا نبود
  • Kadının evinde de gizlenecek bir yer; bir tümsek, bir aralık, yukarıya çıkacak bir yol yoktu.