English    Türkçe    فارسی   

4
1646-1695

  • ای بکرده اعتماد واثقی ** بر دم و بر چاپلوس فاسقی
  • Ey kötü kişinin yaltaklanmasına inanan, sözleri doğru sayan,
  • قبه‌ای بر ساختستی از حباب ** آخر آن خیمه‌ست بس واهی‌طناب
  • Sen su habbelerinden bir kubbe yapmışsın ama o öyle bir çadır ki ipleri pek kuvvetsiz,
  • زرق چون برقست و اندر نور آن ** راه نتوانند دیدن ره‌روان
  • Hile yıldırıma benzer... Onun ışığıyla yolcuların, yolu görmelerine imkân yok!
  • این جهان و اهل او بی‌حاصل‌اند ** هر دو اندر بی‌وفایی یکدل‌اند
  • Bu âlemde de bir şey yok, bu âlemdekilerde de! Her ikisi de vefasızlıkta aynı gönle sahip!
  • زاده‌ی دنیا چو دنیا بی‌وفاست ** گرچه رو آرد به تو آن رو قفاست 1650
  • Dünyanın oğlu dünya gibi vefasız... Sana yüz tutar ama o, yüz değildir, arkadır!
  • اهل آن عالم چو آن عالم ز بر ** تا ابد در عهد و پیمان مستمر
  • Fakat o cihanın ehli, o cihan gibi ebedi olarak ihsan ve keremdeki ahitlerinde, Peymanlarında dururlar!
  • خود دو پیغمبر به هم کی ضد شدند ** معجزات از همدگر کی بستدند
  • Hiç iki peygamberin birbirine zıt olduğunu, birbirlerinin mucizesini kapıp aldığını gördün mü?
  • کی شود پژمرده میوه‌ی آن جهان ** شادی عقلی نگردد اندهان
  • O âlemin meyvesi solar, bozulur mu? Akla mensup neşe kederlenmez ki!
  • نفس بی‌عهدست زان رو کشتنیست ** او دنی و قبله‌گاه او دنیست
  • Nefis, ahdinde durmaz; o yüzden gebertilecek bir şeydir ya! Kendisi de alçaktır, kıblegâhı da alçaktır.
  • نفسها را لایقست این انجمن ** مرده را درخور بود گور و کفن 1655
  • Nefislere de bu alçaklar topluluğu lâyıktır... Ölüye mezarın, kefenin layık olduğu gibi!
  • نفس اگر چه زیرکست و خرده‌دان ** قبله‌اش دنیاست او را مرده دان
  • Zekidir, ince şeyleri bilir... Bilir ama değil mi ki kıblesi dünyadır, onu ölü bil sen!
  • آب وحی حق بدین مرده رسید ** شد ز خاک مرده‌ای زنده پدید
  • Allah’ın vahiy suyu bu ölüye ispat etti de ölü topraktan bir diri zuhur etti.
  • تا نیاید وحش تو غره مباش ** تو بدان گلگونه‌ی طال بقاش
  • Fakat sen vahiy gelmedikçe sakın o yüzüne sürdüğün ömrü uzun olasıca kırmızılığa güvenip aldanma, gururlanma ha!
  • بانگ و صیتی جو که آن خامل نشد ** تاب خورشیدی که آن آفل نشد
  • Nazardan düşücü olmayan bir ses, bir şöhret... Batmayan bir güneşe mensup parlaklık ara!
  • آن هنرهای دقیق و قال و قیل ** قوم فرعون‌اند اجل چون آب نیل 1660
  • O ince hünerler, o dedikodular, Firavun’un kavmine benzer, ecel Nil nehrine!
  • رونق و طاق و طرنب و سحرشان ** گرچه خلقان را کشد گردن کشان
  • Onları parlaklığı kemerleri, sayvanları ve büyüleri, halkı boyunlarından zorla çeker ama
  • سحرهای ساحران دان جمله را ** مرگ چوبی دان که آن گشت اژدها
  • Hepsini de büyücülerin büyüsü bil... Ölümse ejderha haline gelen o sopadır.
  • جادویها را همه یک لقمه کرد ** یک جهان پر شب بد آن را صبح خورد
  • Bütün büyüleri bir lokma yaptı da yuttu... Geceyle dolu olan bir âlemi sabahın yalayıp yutması gibi hani!
  • نور از آن خوردن نشد افزون و بیش ** بل همان سانست کو بودست پیش
  • Fakat o yutmakla sabahın nuru artmadı ki... Evvelce nasılsa yine de öyle!
  • در اثر افزون شد و در ذات نی ** ذات را افزونی و آفات نی 1665
  • Çokluk, fazlalık eserdedir, zatta değil... Zatta ne artma vardır, ne eksilme!
  • حق ز ایجاد جهان افزون نشد ** آنچ اول آن نبود اکنون نشد
  • Allah âlemi yaratmakla çoğalmadı, artmadı... Zaten önce olmayan şimdi olmuş değildir ki!
  • لیک افزون گشت اثر ز ایجاد خلق ** در میان این دو افزونیست فرق
  • Fakat halkın yaratılmasıyla eser çoğaldı, arttı. Yalnız bu iki artmanın arasında hayli fark var!
  • هست افزونی اثر اظهار او ** تا پدید آید صفات و کار او
  • Eserin artması onun zuhurudur... Bu suretle sanatları ve işi zahir olur, görünür.
  • هست افزونی هر ذاتی دلیل ** کو بود حادث به علتها علیل
  • Zatın artmasına gelince bu, o zatın sebeplere bağlı ve sonradan meydana gelmiş olduğuna delildir.
  • تفسیر اوجس فی نفسه خیفة موسی قلنا لا تخف انک انت الا علی
  • Musa, içinde bir korku duydu. Dedik ki: Korkma, sen, ondan yücesin ayetinin tefsiri
  • گفت موسی سحر هم حیران‌کنیست ** چون کنم کین خلق را تمییز نیست 1670
  • Musa, büyü de insanı şaşırtır... Ben ne yapayım ne işleyeyim? Halk, mucizeyle büyüyü ayırt edemez ki dedi.
  • گفت حق تمییز را پیدا کنم ** عقل بی‌تمییز را بینا کنم
  • Allah dedi ki: O fark edişi ben onlarda izhar eder, doğruyu eğriyi ayırt edemeyen aklı görür, bilir bir hale getiririm.
  • گرچه چون دریا برآوردند کف ** موسیا تو غالب آیی لا تخف
  • Onlar deniz gibi köpürdüler ama korkma ya Musa, sen üstün olacaksın!
  • بود اندر عهده خود سحر افتخار ** چون عصا شد مار آنها گشت عار
  • Sihir, zamanında övünülecek bir şeydi... Fakat asâ ejderha olunca bütün sihirler utanılır bir şey oluverdi!
  • هر کسی را دعوی حسن و نمک ** سنگ مرگ آمد نمکها را محک
  • Herkes güzellik şirinlik dâvasındadır ama şirinliklere mihenk taşı ölümdür!
  • سحر رفت و معجزه‌ی موسی گذشت ** هر دو را از بام بود افتاد طشت 1675
  • Büyü de geçti gitti, Musa’nın mucizesi de... Her ikisinin de varlık damından leğenleri düştü!
  • بانگ طشت سحر جز لعنت چه ماند ** بانگ طشت دین به جز رفعت چه ماند
  • Büyü leğeninin sesinden yalnız lanet kaldı; din leğeninin sesinden de yalnız yücelik!
  • چون محک پنهان شدست از مرد و زن ** در صف آ ای قلب و اکنون لاف زن
  • Mihenk taşı, erkekte de yok, kadında da... O gizli kalmış; artık ey kalp, gel, safa karış da lâf et, tam sırası!
  • وقت لافستت محک چون غایبست ** می‌برندت از عزیزی دست دست
  • Lâfın tam zamanı şimdi... Çünkü mihenk yok ortada, artık seni yüce tutarlar, elden ele gezersin ey kalp!
  • قلب می‌گوید ز نخوت هر دمم ** ای زر خالص من از تو کی کمم
  • Kalp her an gururlanır da der ki ben daima senin gibiyim a altın... ne vakit senden aşağıyım ki?
  • زر همی‌گوید بلی ای خواجه‌تاش ** لیک می‌آید محک آماده باش 1680
  • Altında evet ey kapı yoldaşı, der... Fakat mihenk geliyor hazırlan hele!
  • مرگ تن هدیه‌ست بر اصحاب راز ** زر خالص را چه نقصانست گاز
  • Bedenin ölümü, sır ehli için bir hediyedir... Halis altına makastan ne noksan gelir ki?
  • قلب اگر در خویش آخربین بدی ** آن سیه که آخر شد او اول شدی
  • Kalp, eğer sonuna baksaydı sonradan kararacağına önceden kararırdı:
  • چون شدی اول سیه اندر لقا ** دور بودی از نفاق و از شقا
  • Önceden kararınca da nifaktan, kötülükten uzak kalırdı.
  • کیمیای فضل را طالب بدی ** عقل او بر زرق او غالب بدی
  • Fazilet ve ihsan kimyasını isteseydi aklı, hilesinden üstün olurdu.
  • چون شکسته‌دل شدی از حال خویش ** جابر اشکستگان دیدی به پیش 1685
  • Gönlü kırık bir hale gelince de kendisini anlar, kırıkları düzelten Allah’ı önünde görürdü.
  • عاقبت را دید و او اشکسته شد ** از شکسته‌بند در دم بسته شد
  • Davacı, sonunu görünce kırık, sınık bir hale gelir de derhal bağlanır, sarılır, kırıklığı geçiverir!
  • فضل مسها را سوی اکسیر راند ** آن زراندود از کرم محروم ماند
  • Allah ihsanı, bakırları iksire doğru sürer götürür... Fakat o altın yaldızlı, bu ihsandan mahrum kalır.
  • ای زراندوده مکن دعوی ببین ** که نماند مشتریت اعمی چنین
  • Ey altın yaldızlı, davaya kalkışma da sana müşteri olan hep böyle kör kalmaz, sen onu gör!
  • نور محشر چشمشان بینا کند ** چشم بندی ترا رسوا کند
  • Mahşer nuru, onların gözlerini açar... Onların gözlerini sen bağlıyordun ya... Bu yüzden rüsvay olursun sen!
  • بنگر آنها را که آخر دیده‌اند ** حسرت جانها و رشک دیده‌اند 1690
  • İşin sonunu gören, canların ve gözlerin hasedini çeken kişileri gör!
  • بنگر آنها را که حالی دیده‌اند ** سر فاسد ز اصل سر ببریده‌اند
  • Bir de bu günkü gören kişileri seyret! Bunlar, içleri bozuk kişilerdir... Asıldan baş çekmişler, ayrılmışlardır!
  • پیش حالی‌بین که در جهلست و شک ** صبح صادق صبح کاذب هر دو یک
  • Bugünü görenlere, bu yüzden bilgisizlikte ve şüphede kalanlara göre suphu sadıkla suphu kâzibin ikisi de birdir.
  • صبح کاذب صد هزاران کاروان ** داد بر باد هلاکت ای جوان
  • Suphu kâzip, yüz binlerce kervanı helak yeliyle süpürmüş, gitmiştir civanım!
  • نیست نقدی کش غلط‌انداز نیست ** وای آن جان کش محک و گاز نیست
  • Cihanda hiçbir nakit yoktur ki o, isteklileri yanıltmasın... Vay o kişinin canına ki mihengi makası yoktur!
  • زجر مدعی از دعوی و امر کردن او را به متابعت
  • Dâvaya kalkışan kişiye, dâvadan geçmesi için ısrar ve peygamberlere uymasını emrediş
  • بو مسیلم گفت خود من احمدم ** دین احمد را به فن برهم زدم 1695
  • Ebu Süleyman dedi ki: ben de Ahmet’im... Ahmet’in dinini hileyle vurup kıracağım