English    Türkçe    فارسی   

4
1769-1818

  • مقعد صدقی که صدیقان درو ** جمله سر سبزند و شاد و تازه‌رو
  • Orası öyle bir doğruluk makamıdır ki doğruların hepsi de orada lâtif, neşeli ve sevinçli yüzlerinden belli olarak yurt tutmuşlardır!
  • حمدشان چون حمد گلشن از بهار ** صد نشانی دارد و صد گیر و دار 1770
  • Onların hamd etmeleri, gül bahçesinin bahara hamd etmesi gibidir... Yüzlerce nişanesi, yüzlerce alâmeti ve eseri vardır!
  • بر بهارش چشمه و نخل و گیاه ** وآن گلستان و نگارستان گواه
  • Baharın geldiğine kaynak, fidan, çimen... O gül bahçesi, o elvan çiçekler şahittir.
  • شاهد شاهد هزاران هر طرف ** در گواهی هم‌چو گوهر بر صدف
  • Güzelin her tarafta binlerce şahidi vardır... Sedefteki incinin oluşuna şahadet edenler gibi.
  • بوی سر بد بیاید از دمت ** وز سر و رو تابد ای لافی غمت
  • Hâlbuki senin nefesinden kötü sırrın kokusu gelmede... Ey lâfazan, derdin başından, yüzünden parlayıp görünmede!
  • بوشناسانند حاذق در مصاف ** تو به جلدی های هو کم کن گزاف
  • Âlem meydanında kokudan anlayan maharet sahipleri var... öyle ataklık edip pek hayhuy etmeye kalkışma!
  • تو ملاف از مشک کان بوی پیاز ** از دم تو می‌کند مکشوف راز 1775
  • Misten bahsetme... Ağzından soğan kokusu gelmede, sırrını açığa vurmada!
  • گل‌شکر خوردم همی‌گویی و بوی ** می‌زند از سیر که یافه مگوی
  • Sen daima gülbeşeker yedim diyorsun ama nefesinden gelip duran sarımsak kokusu, yavelenme be demekte!
  • هست دل ماننده‌ی خانه‌ی کلان ** خانه‌ی دل را نهان همسایگان
  • Gönül, büyük ve geniş bir eve benzer... Gönül evinin gizli komşuları vardır.
  • از شکاف روزن و دیوارها ** مطلع گردند بر اسرار ما
  • Pencereden, duvardaki delikten görüp gözetir, sırları anlarlar!
  • از شکافی که ندارد هیچ وهم ** صاحب خانه و ندارد هیچ سهم
  • Ev sahibinin sezinlemediği, hiç bilmediği bir yarıktan, bir delikten onlar, her şeyi görürler.
  • از نبی بر خوان که دیو و قوم او ** می‌برند از حال انسی خفیه بو 1780
  • Kuran’ı okusan a... Şeytan ve kavmi, gizlice insanların halinden koku alırlar.
  • از رهی که انس از آن آگاه نیست ** زانک زین محسوس و زین اشباه نیست
  • İnsanın bilmediği bir yoldan insanın sırrını anlarlar... Bu yol, duyguyla duyulur, yahut buna benzer bir şeyle bilinir yol değildir.
  • در میان ناقدان زرقی متن ** با محک ای قلب دون لافی مزن
  • Görenlerin ortasında hileye kalkışma... Mihenk ortadayken lafa girişme ey kalp!
  • مر محک را ره بود در نقد و قلب ** که خدایش کرد امیر جسم و قلب
  • Mihengin, halisi de anlamaya kabiliyeti vardır, kalpı da... Allah, onu beden ve kalp emîri yapmıştır!
  • چون شیاطین با غلیظیهای خویش ** واقف‌اند از سر ما و فکر و کیش
  • Şeytanlar bile o kabalıklarıyla, o kötülükleriyle sırrımızı, fikrimizi, gittiğimiz yolu biliyorlar...
  • مسلکی دارند دزدیده درون ** ما ز دزدیهای ایشان سرنگون 1785
  • Onların bile içimize hırsızlama bir yolu var... Biz, onların hırsızlıklarından baş aşağı gelmedeyiz...
  • دم به دم خبط و زیانی می‌کنند ** صاحب نقب و شکاف روزنند
  • Her an, bize büyük ziyanlar veriyorlar... Delikleri var, yarıkları var; bizi gözetliyorlar...
  • پس چرا جان‌های روشن در جهان ** بی‌خبر باشند از حال نهان
  • E artık âlemdeki aydın canlar, neden gizli hallerden bihaber olsunlar?
  • در سرایت کمتر از دیوان شدند ** روحها که خیمه بر گردون زدند
  • Gökyüzüne çadır kurmuş canlar, insanın vücuduna girmede şeytanlardan aşağı olurlar?
  • دیو دزدانه سوی گردون رود ** از شهاب محرق او مطعون شود
  • Şeytan, hırsızlama olarak göğe çıkmaya kalkışır da yakıcı şahapla kovulur, sürülür.
  • سرنگون از چرخ زیر افتد چنان ** که شقی در جنگ از زخم سنان 1790
  • Kötü kâfir, savaşta mızrakla nasıl beyni üstüne düşerse o da gökten baş aşağı öyle düşer!
  • آن ز رشک روحهای دل‌پسند ** از فلکشان سرنگون می‌افکنند
  • Şeytanları, o gönüllerin beğendikleri ruhları kıskandıklarından gökten böyle baş aşağı atarlar...
  • تو اگر شلی و لنگ و کور و کر ** این گمان بر روحهای مه مبر
  • Artık çolak, topal, kör ve sağır değilsen ulu ve yüce ruhlara karşı bu zanda bulunma...
  • شرم دار و لاف کم زن جان مکن ** که بسی جاسوس هست آن سوی تن
  • Utan, az söylen, can çekişme... Cismi gözeten, sırlarını anlayan nice casus var!
  • دریافتن طبیبان الهی امراض دین و دل را در سیمای مرید و بیگانه و لحن گفتار او و رنگ چشم او و بی این همه نیز از راه دل کی انهم جواسیس القلوب فجالسوهم بالصدق
  • Allah doktorlarının, müridin ve yabancının yüzünden, sesinin tonundan, gözünün renginden din ve gönüllerdeki hastalığı anlamaları. Bu şöyle dursun, gönül yolundan da anlarlar; çünkü onlar kalp casuslarıdır. Onlarla oturunca doğru yürekle oturun!
  • این طبیبان بدن دانش‌ورند ** بر سقام تو ز تو واقف‌ترند
  • Bu beden doktorları pek bilgilidirler... Senin hastalıklarını senden daha iyi bilirler!
  • تا ز قاروره همی‌بینند حال ** که ندانی تو از آن رو اعتلال 1795
  • İdrara bakıp ahvalini anlar... Fakat sen; hastalığını o tarzda bilemez, teşhis edemezsin.
  • هم ز نبض و هم ز رنگ و هم ز دم ** بو برند از تو بهر گونه سقم
  • Sonra nabızdan benizden, kandan da her türlü hastalığın kokusunu alırlar.
  • پس طبیبان الهی در جهان ** چون ندانند از تو بی‌گفت دهان
  • Âlemdeki Allah doktorları, artık sen söylemeden nasıl olur da halini anlamazlar senin?
  • هم ز نبضت هم ز چشمت هم ز رنگ ** صد سقم بینند در تو بی‌درنگ
  • Nabzından da gözünden de, benzinin renginden de, sende derhal yüzlerce hastalık bulur, anlarlar.
  • این طبیبان نوآموزند خود ** که بدین آیاتشان حاجت بود
  • Beden doktorları, doktorluğu yeni öğrenmişlerdir zaten... Onlar, hastalığı teşhis için idrara vesaireye muhtaçtır.
  • کاملان از دور نامت بشنوند ** تا به قعر باد و بودت در دوند 1800
  • Fakat kâmil, Allah doktorları, uzaktan adını duydular mı varlığının ta derinlerine kadar girerler!
  • بلک پیش از زادن تو سالها ** دیده باشندت ترا با حالها
  • Hatta sen doğmadan yıllarca evvelki hallerini bile görürler!
  • مژده دادن ابویزید از زادن ابوالحسن خرقانی قدس الله روحهما پیش از سالها و نشان صورت او سیرت او یک به یک و نوشتن تاریخ‌نویسان آن در جهت رصد
  • Ebuyezid’in, Hasan Harkani’nin, Allah ruhlarını kutlasın, doğacağını yıllarca önce müjdelemesi. Onun suret ve siretine ait nişaneleri birer birer söylemesi ve tarihçilerin, tahkik için bunları yazmaları
  • آن شنیدی داستان بایزید ** که ز حال بوالحسن پیشین چه دید
  • Bayezid’in Ebulhasan’ın halini daha evvelce nasıl gördüğünü duymadın mı?
  • روزی آن سلطان تقوی می‌گذشت ** با مریدان جانب صحرا و دشت
  • Bir gün o takva sultanı, dervişleriyle sahradan geçerken,
  • بوی خوش آمد مر او را ناگهان ** در سواد ری ز سوی خارقان
  • Ansızın ona Rey civarında Harkan tarafından bir kokudur geldi.
  • هم بدانجا ناله‌ی مشتاق کرد ** بوی را از باد استنشاق کرد 1805
  • Orada iştiyaklı bir feryat çekti, rüzgârdan koku aldı.
  • بوی خوش را عاشقانه می‌کشید ** جان او از باد باده می‌چشید
  • Âşıkçasına bir kokladı; âdeta ruhu rüzgârdan bir şarap tatmaktaydı.
  • کوزه‌ای کو از یخابه پر بود ** چون عرق بر ظاهرش پیدا شود
  • Buzlu suyla dolu olan bir testinin dışında ter gibi sular peydahlanır.
  • آن ز سردی هوا آبی شدست ** از درون کوزه نم بیرون نجست
  • O, havanın soğukluğundan meydana gelir... Yoksa testinin içinden dışarı su sızmaz!
  • باد بوی‌آور مر او را آب گشت ** آب هم او را شراب ناب گشت
  • Koku getiren rüzgâr, onu su haline getirmiştir... İşte onun gibi su da Bayezid’e halis şarap haline gelmişti!
  • چون درو آثار مستی شد پدید ** یک مرید او را از آن دم بر رسید 1810
  • Bayezid’de sarhoşluk eseri görününce bir müridi ona gelip
  • پس بپرسیدش که این احوال خوش ** که برونست از حجاب پنج و شش
  • Sordu: “Beş duyguyla altı cihetten dışarı olan şu hoş hal nedir?
  • گاه سرخ و گاه زرد و گه سپید ** می‌شود رویت چه حالست و نوید
  • Yüzün gâh kızarmakta, gâh ağarmakta... Bu ne hal, bu ne müjde?
  • می‌کشی بوی و به ظاهر نیست گل ** بی‌شک از غیبست و از گلزار کل
  • Koklayıp duruyorsun ama görünürde gül yok, şüphesiz bu, gayb âleminden, hakikî güllerin açtığı gül bahçesinden.
  • ای تو کام جان هر خودکامه‌ای ** هر دم از غیبت پیام و نامه‌ای
  • Ey her kendini tanıyan, bilen kişinin muradı ve maksadı olan er, her an sana gayb âleminden bir haber, bir mektup gelmekte,
  • هر دمی یعقوب‌وار از یوسفی ** می‌رسد اندر مشام تو شفا 1815
  • Her an Yakup gibi sana da bir Yusuf’tan şifa kokusu erişmekte.
  • قطره‌ای بر ریز بر ما زان سبو ** شمه‌ای زان گلستان با ما بگو
  • Bize de o testiden bir katra dök... Bize de o gül bahçesinden bir kokucuk anlat!
  • خو نداریم ای جمال مهتری ** که لب ما خشک و تو تنها خوری
  • Biz buna alışmamışız ey yüce ve güzel er... Bizim dudağımız kuru, sen bu şarabı yalnızca içiyorsun!
  • ای فلک‌پیمای چست چست‌خیز ** زانچ خوردی جرعه‌ای بر ما بریز
  • Ey, çevik er, ey gökyüzünü dönüp dolaşan er, içtiğin şaraptan bize de bir yudumcuk sun!