English    Türkçe    فارسی   

4
557-606

  • پا بکش در کشتی و می‌رو روان ** چون سوی معشوق جان جان روان
  • Ayağını gemiye çekte can sevgilisine giden can gibi oturduğun yerde yürüye dur!
  • دست نه و پای نه رو تا قدم ** آن چنانک تاخت جانها از عدم
  • Elsiz, ayaksız evveline evvel olmayan Allah’a kadar git... Canların, yoklukta elsiz ayaksız varlık âlemine koştukları gibi!
  • بردریدی در سخن پرده‌ی قیاس ** گر نبودی سمع سامع را نعاس
  • Duyan, gaflet uykusunda olmasaydı, can kulağı açık bulunsaydı sözde kıyas perdesini yırtardın ya!
  • ای فلک بر گفت او گوهر ببار ** از جهان او جهانا شرم دار 560
  • Ey felek, onun sözlerine inciler saç... Ey cihan, onun cihanından utan!
  • گر بباری گوهرت صد تا شود ** جامدت بیننده و گویا شود
  • Eğer inciler saçarsan incilerin yüz kat fazlalaşır... câmid cismin görür, sevilir bir hâle gelir.
  • پس نثاری کرده باشی بهر خود ** چونک هر سرمایه‌ی تو صد شود
  • O saçtığın incileri kendin için saçtın demektir... Çünkü her çeşit sermaye yüz misli artar!
  • قصه‌ی هدیه فرستادن بلقیس از شهر سبا سوی سلیمان علیه‌السلام
  • Belkis’in Sebe şehrinden Süleyman aleyhisselâm’a hediye göndermesi
  • هدیه‌ی بلقیس چل استر بدست ** بار آنها جمله خشت زر بدست
  • Belkıs’ın hediyesi kırk katır yükü altın kerpiçti.
  • چون به صحرای سلیمانی رسید ** فرش آن را جمله زر پخته دید
  • Hediyeleri getirenler, Süleyman’ın saray meydanına girince bir de gördüler ki yer, tamamı ile halis altınla döşenmiş!
  • بر سر زر تا چهل منزل براند ** تا که زر را در نظر آبی نماند 565
  • Altın üstünde tam kırk konaklık yol aldılar... Artık altın gözlerine su gibi bile görünmüyordu, o kadar ehemmiyetsiz bir hale gelmişti.
  • بارها گفتند زر را وا بریم ** سوی مخزن ما چه بیگار اندریم
  • Defalarca bu altınları, getirdiğimiz yere götürelim... Biz ne olmayacak iş yapıyoruz;
  • عرصه‌ای کش خاک زر ده دهیست ** زر به هدیه بردن آنجا ابلهیست
  • Toprağı bile halis altın olan bir yere hediye olarak altın götürmek aptallıktır dediler.
  • ای ببرده عقل هدیه تا اله ** عقل آنجا کمترست از خاک راه
  • Ey Allah’a aklı hediye götüren, akıl, orada yoldaki topraktan da aşağıdır!
  • چون کساد هدیه آنجا شد پدید ** شرمساریشان همی واپس کشید
  • Hediyenin makbule geçmeyeceğini anladıklarından utangaçlıkları, âdeta onları gerisin geriye itmekteydi!
  • باز گفتند ار کساد و ار روا ** چیست بر ما بنده فرمانیم ما 570
  • Sonra yine dediler ki: İster makbule geçsin, ister geçmesin... Bize ne? Biz emir kuluyuz!
  • گر زر و گر خاک ما را بردنیست ** امر فرمان‌ده به جا آوردنیست
  • Altın olsun toprak olsun... Biz, götürmeye mecburuz... Buyruk verenin buyruğunu yerine getirmek mecburiyetindeyiz.
  • گر بفرمایند که واپس برید ** هم به فرمان تحفه را باز آورید
  • Geri götürün derlerse yine fermana uyar, getirdiğimiz hediyeyi geri götürürüz!
  • خنده‌ش آمد چون سلیمان آن بدید ** کز شما من کی طلب کردم ثرید
  • Süleyman, hediye getirenleri ve getirdikleri hediyeyi görünce gülmeye başladı. “Ben, sizden tirit istedim mi ki?
  • من نمی‌گویم مرا هدیه دهید ** بلک گفتم لایق هدیه شوید
  • Ben, bana hediye verin demedim; hediyeye layık olun dedim.
  • که مرا از غیب نادر هدیه‌هاست ** که بشر آن را نیارد نیز خواست 575
  • Bana gayb âleminden eşi görülmedik hediyeler gelmekte... Öyle hediyeler ki insan, onları istemeye niyetlense aklına bile getiremez!
  • می‌پرستید اختری کو زر کند ** رو باو آرید کو اختر کند
  • Siz, yer altındaki madeni altın haline getiren bir yıldıza, güneşe tapıyorsunuz... o yıldızı yaratana yüz tutun!
  • می‌پرستید آفتاب چرخ را ** خوار کرده جان عالی‌نرخ را
  • Değeri yüce olan canınızı hor hakir ederek gökteki güneşe tapıyorsunuz.
  • آفتاب از امر حق طباخ ماست ** ابلهی باشد که گوییم او خداست
  • Güneş Allah emriyle bizim aşçımızdır, çiyleri pişirir... Artık ona Allah dersen aptallıktır bu!
  • آفتابت گر بگیرد چون کنی ** آن سیاهی زو تو چون بیرون کنی
  • Güneş tutulursa ne yaparsın? Ondaki o karaltıyı nasıl giderirsin?
  • نه به درگاه خدا آری صداع ** که سیاهی را ببر وا ده شعاع 580
  • Nihayet yine Allah tapısına yüz vurup ya Rabbi. O karaltıyı gider, yine ona nurunu ver demez misin?
  • گر کشندت نیم‌شب خورشید کو ** تا بنالی یا امان خواهی ازو
  • Gece yarısı seni öldürmeye kalkışsalar ağlayıp yalvaracağım yahut aman dileyeceğim güneş nerede?
  • حادثات اغلب به شب واقع شود ** وان زمان معبود تو غایب بود
  • Hadiselerin çoğu da hep geceleyin olur... Hâlbuki geceleyin taptığın Allah ortada yoktur.
  • سوی حق گر راستانه خم شوی ** وا رهی از اختران محرم شوی
  • Allah’a gönül doğruluğu ile eğilirsen yıldızlardan kurtulur, Allah’a mahrem olursun!
  • چون شوی محرم گشایم با تو لب ** تا ببینی آفتابی نیم‌شب
  • Mahrem oldun mu sana ağız açar, sırları söylerim... Bu suretle gece yarısı bir güneş görürsün sen!
  • جز روان پاک او را شرق نه ** در طلوعش روز و شب را فرق نه 585
  • Onun, temiz ruhtan başka doğuşu... Yok doğmasında da geceyle gündüz farkı olamaz.
  • روز آن باشد که او شارق شود ** شب نماند شب چو او بارق شود
  • Gündüz, onun doğduğu zamana derler... Geceleyin doğdu, parladı mı ortada gece kalmaz.
  • چون نماید ذره پیش آفتاب ** هم‌چنانست آفتاب اندر لباب
  • Bu görünen güneş, o güneşin önünde adeta güneşe karşı zerre nasıl görünürse öyle görünür!
  • آفتابی را که رخشان می‌شود ** دیده پیشش کند و حیران می‌شود
  • Âlemi aydınlatan, parlatan bu güneşin gözü, o güneşi görünce kamaşır şaşırır kalır!
  • هم‌چو ذره بینیش در نور عرش ** پیش نور بی حد موفور عرش
  • Arşın nuruna... Arşın o sonsuz ve hadsiz ışığına karşı bu güneşi bir zerre gibi görürsün!
  • خوار و مسکین بینی او را بی‌قرار ** دیده را قوت شده از کردگار 590
  • Göze Allah’tan bir kuvvet gelince zahiri güneşi hor ve yoksul görür, bayağı bulursun!
  • کیمیایی که ازو یک ماثری ** بر دخان افتاد گشت آن اختری
  • Allah, öyle bir kimyagerdir ki onun bir tesiriyle duman, yıldız haline gelmiştir...
  • نادر اکسیری که از وی نیم تاب ** بر ظلامی زد به گردش آفتاب
  • Öyle bir görülmedik iksiri vardır ki karanlığı güneş haline getirmiştim.
  • بوالعجب میناگری کز یک عمل ** بست چندین خاصیت را بر زحل
  • Bir acayip sanatkârdır ki bir sanatıyla zühale bu kadar hassa vermiştir...
  • باقی اخترها و گوهرهای جان ** هم برین مقیاس ای طالب بدان
  • Artık sen öbür can yıldızlarıyla can incilerini de var, buna kıyas et!
  • دیده‌ی حسی زبون آفتاب ** دیده‌ی ربانیی جو و بیاب 595
  • Duygu gözü, güneşe zebundur; ilahi bir göz ara, ilahi bir göz bul da,
  • تا زبون گردد به پیش آن نظر ** شعشعات آفتاب با شرر
  • Onun bakışına karşı şimşekler saçan güneşin nurları zebun olsun!
  • که آن نظر نوری و این ناری بود ** نار پیش نور بس تاری بود
  • O bakış nura mensuptur, bu bakış, nâra... Ateş, nura karşı adamakıllı kara görünür!
  • کرامات و نور شیخ عبدالله مغربی قدس الله سره
  • Allah sırrını kutlasın, Şeyh Abdullah-ı Mağribi’nin kerametleri
  • گفت عبدالله شیخ مغربی ** شصت سال از شب ندیدم من شبی
  • Şeyh Abdullah-ı Mağribi dedi ki: “Altmış yıldır ben gece nedir, görmedim.
  • من ندیدم ظلمتی در شصت سال ** نه به روز و نه به شب نه ز اعتلال
  • Bu altmış yıl içinde ne gündüz, ne de gece... Hiçbir sebeple bir karanlığa düşmedim.”
  • صوفیان گفتند صدق قال او ** شب همی‌رفتیم در دنبال او 600
  • Sofiler de şeyhin sözünün doğruluğunu söylemişler, demişlerdi ki: “Geceleri ardında giderdik.”
  • در بیابانهای پر از خار و گو ** او چو ماه بدر ما را پیش‌رو
  • Dikenlerle, çukurlarla dolu olan çöllerde yürürdük... O, dolunay gibi önümüzde giderdi.
  • روی پس ناکرده می‌گفتی به شب ** هین گو آمد میل کن در سوی چپ
  • Yüzünü geriye çevirmeden gece vakti, “Dikkat edin, önünüzde çukur var, sola doğru yürüyün” derdi.
  • باز گفتی بعد یک دم سوی راست ** میل کن زیرا که خاری پیش پاست
  • Bir an sonra da “Sağa gidin, ayağımızın altında diken var” diye seslenirdi.
  • روز گشتی پاش را ما پای‌بوس ** گشته و پایش چو پاهای عروس
  • Gündüz olur, biz ayağını öperdik... Görürdük ki ayakları gelin ayağı gibi!
  • نه ز خاک و نه ز گل بر وی اثر ** نه از خراش خار و آسیب حجر 605
  • Ne topraktan eser var, ne çamurdan... Ne diken yırtmış, ne taş yaralamış!
  • مغربی را مشرقی کرده خدای ** کرده مغرب را چو مشرق نورزای
  • Allah, Mağribî’yi maşrıkî etmişti... Batıyı ona doğu gibi nurlar saçan bir hale getirmişti!