English    Türkçe    فارسی   

6
4163-4212

  • ای محدث از خطاب و از خطوب  ** زان گذشتم آهن سردی مکوب 
  • Ey söz söyleyen! Ben söz söylemeden de geçtim, dinlemeden de. Artık soğuk demir döğmeye kalkışma.
  • سرنگونم هی رها کن پای من  ** فهم کو در جمله‌ی اجزای من 
  • Hey gidi hey… Ben, baş aşağı gelmişim, ayağımı bırak benim. Nerde benim bedenimin cüzlerinde bir akıllı fikir?
  • اشترم من تا توانم می‌کشم  ** چون فتادم زار با کشتن خوشم  4165
  • Ben deveyim, gücüm yettikçe yük çekerim. Düştüm mü kesilmem daha yeğ.
  • پر سر مقطوع اگر صد خندق است  ** پیش درد من مزاج مطلق است 
  • Kesik başlarla dolu yüzlerce hendek olsa benim derdime karşı ancak bir eğlencedir bu.
  • من نخواهم زد دگر از خوف و بیم  ** این چنین طبل هوا زیر گلیم 
  • Artık ben heva ve heves davulunu korkumdan kilim altında çalmayacağım.
  • من علم اکنون به صحرا می‌زنم  ** یا سراندازی و یا روی صنم 
  • Ben artık sahraya bayrak dikeceğim. Ya başımı vereceğim, ya sevgiliyi göreceğim.
  • حلق کو نبود سزای آن شراب  ** آن بریده به به شمشیر و ضراب 
  • O şarabı içmeye layık olmayan boğazın kılıçlarla, hançerlerle kesilmesi daha iyi.
  • دیده کو نبود ز وصلش در فره  ** آن چنان دیده سپید کور به  4170
  • Onun vuslatıyla aydınlanmayan gözün, ağarması kör olması daha yeğ.
  • گوش کان نبود سزای راز او  ** بر کنش که نبود آن بر سر نکو 
  • Onun sırrına mahrem olmayan kulağı kökünden kopar. O başta hoş görünmez.
  • اندر آن دستی که نبود آن نصاب  ** آن شکسته به به ساطور قصاب 
  • O cömertliğe sahip olmayan elin kasap satırıyla kırılması daha hoş.
  • آنچنان پایی که از رفتار او  ** جان نپیوندد به نرگس زار او 
  • Onun yürüyüşüne can vermeyen, onun nerkis bahçesine canla başla gitmeyen ayak yok mu?
  • آنچنان پا در حدید اولیترست  ** که آنچنان پا عاقبت درد سرست 
  • O çeşit ayağın bukağıya vurulması daha doğrudur. O çeşit ayak nihayet başa dert olur.
  • بیان مجاهد کی دست از مجاهده باز ندارد اگر چه داند بسطت عطاء حق را کی آن مقصود از طرف دیگر و به سبب نوع عمل دیگر بدو رساند کی در وهم او نبوده باشد او همه وهم و اومید درین طریق معین بسته باشد حلقه‌ی همین در می‌زند بوک حق تعالی آن روزی را از در دیگر بدو رساند کی او آن تدبیر نکرده باشد و یرزقه من حیث لا یحتسب العبد یدبر والله یقدر و بود کی بنده را وهم بندگی بود کی مرا از غیر این در برساند اگر چه من حلقه‌ی این در می‌زنم حق تعالی او را هم ازین در روزی رساند فی‌الجمله این همه درهای یکی سرایست مع تقریره 
  • Dileğinin Tanrı tarafından kendi vehminde bile olmayan başka bir taraftan ve başka bir iş yüzünden verileceğini bilse bile bir iş için çalışıp çabalayan kişinin yine bütün vehmi ve ümidi, o muayyen yola bağlıdır; o kapının halkasını çalar durur. Fakat ulu Tanrı, o rızkı hiç düşünmediği bir başka kapıdan da verebilir. “Kulu hesaplamadığı yerden rızıklandırır” “Kul tedbirde bulunur, Tanrı takdir eder.” Olabilir ki kul, bir kulluk vehmine düşer, der ki: Ben bu kapının halkasını vuruyorum ama Tanrı, dileğimi başka bir kapıdan da verebilir. Ulu Tanrı, onu bu kapıdan da rızıklandırır, başka kapıdan da. Hasılı bütün bu kapılar, bir konağın kapılarıdır.
  • یا درین ره آیدم آن کام من  ** یا چو باز آیم ز ره سوی وطن  4175
  • Ya bu yolda muradıma erişirim, yahut doğan gibi o yoldan döner yine yurduma gelirim.
  • بوک موقوفست کامم بر سفر  ** چون سفر کردم بیابم در حضر 
  • Belki muradıma erişmem sefere bağlıdır. Seferde bulamaz isem belki de oturduğum yerde bulurum.
  • یار را چندین بجویم جد و چست  ** که بدانم که نمی‌بایست جست 
  • Sevgiliyi öyle bir arayayım ki onu aramaya lüzum olmadığını bilinceye kadar bu aramadan vazgeçmeyeyim.
  • آن معیت کی رود در گوش من  ** تا نگردم گرد دوران زمن 
  • Zamanenin çevresinde dönüp dolaşmadıkça o beraberlik, kulağıma girer mi benim?
  • کی کنم من از معیت فهم راز  ** جز که از بعد سفرهای دراز 
  • Uzun ve uzak yerlere düşmeden bu beraberlik sırrını nasıl anlayabilirim?
  • حق معیت گفت و دل را مهر کرد  ** تا که عکس آید به گوش دل نه طرد  4180
  • Tanrı, kullarıyla beraber olduğunu anlattı, sonra da bu sırrı gönlün aksetsin, bununla kanaat etmesin, bu sırrı araştırsın diye gönülü mühürledi.
  • چون سفرها کرد و داد راه داد  ** بعد از آن مهر از دل او بر گشاد 
  • Gönül seferlere düştü yollar aştı… Ondan sonra gönüldeki mührü açtı.
  • چون خطایین آن حساب با صفا  ** گرددش روشن ز بعد دو خطا 
  • Hesaptaki iki yanlış gibi hani. O iki yanlıştan sonra hesap aydınlanır, doğrulur ya, tıpkı onun gibi.
  • بعد از آن گوید اگر دانستمی  ** این معیت را کی او را جستمی 
  • Fakat seferden sonra der ki: Bu beraberliği bilseydim hiç onu arar mıydım?
  • دانش آن بود موقوف سفر  ** ناید آن دانش به تیزی فکر 
  • İyi ama onu anlamak sefere bağlıdır. O anlayış keskin fikirlerle elde edilmez ki.
  • آنچنان که وجه وام شیخ بود  ** بسته و موقوف گریه‌ی آن وجود  4185
  • Hani Şeyh’in borcunun verilmesi de o çocuğun ağlamasına bağlıydı ya.
  • کودک حلواییی بگریست زار  ** توخته شد وام آن شیخ کبار 
  • Helvacı çocuk, zarı, zarı ağladı da o ulular Şeyhinin borcunu ödediler.
  • گفته شد آن داستان معنوی  ** پیش ازین اندر خلال مثنوی 
  • Bu manevi hikaye, bundan önce “Mesnevi” içinde söylendi.
  • در دلت خوف افکند از موضعی  ** تا نباشد غیر آنت مطمعی 
  • Ondan başka bir yerden tamah etmeyesin diye bir yerden gönlüne bir korkudur düşer.
  • در طمع فایده‌ی دیگر نهد  ** وآن مرادت از کسی دیگر دهد 
  • Fakat bu tamaha bir başka fayda verir; o muradın başka bir kimseden meydana gelir.
  • ای طمع در بسته در یک جای سخت  ** که آیدم میوه از آن عالی‌درخت  4190
  • Ey bir yere sıkıca bağlanan, maksadını oradan uman, o yüce ağaçtan meyve elde edeyim diyen!
  • آن طمع زان جا نخواهد شد وفا  ** بل ز جای دیگر آید آن عطا 
  • O maksadın, oradan olmaz da Tanrı onu başka bir yerden verir.
  • آن طمع را پس چرا در تو نهاد  ** چون نخواستت زان طرف آن چیز داد 
  • Peki… O şeyi sana umduğun taraftan vermeyecekti de neden o tamahı sana verdi?
  • از برای حکمتی و صنعتی  ** نیز تا باشد دلت در حیرتی 
  • Gönlüne bir hayret gelsin diye; bir hikmet bir kudret göstermek için.
  • تا دلت حیران بود ای مستفید  ** که مرادم از کجا خواهد رسد 
  • Ey fayda dileyen! Muradım acaba nereden meydana gelecek diye gönlün hayran olsun diye.
  • تا بدانی عجز خویش و جهل خویش  ** تا شود ایقان تو در غیب بیش  4195
  • Bu suretle kendi aczini, bilgisizliğini bilirsin de gayba olan inanın büsbütün fazlalaşır.
  • هم دلت حیران بود در منتجع  ** که چه رویاند مصرف زین طمع 
  • Gönlüm de menfaat gelecek yerde hayrete düşer. Acaba bu tamahtan bu ümitten ne hasıl olacak dersin.
  • طمع داری روزیی در درزیی  ** تا ز خیاطی بی زر تا زیی 
  • Terzilikten rızık umarsın, sağ oldukça terzilikle geçinir giderim dersin.
  • رزق تو در زرگری آرد پدید  ** که ز وهمت بود آن مکسب بعید 
  • Derken rızkın kuyumculuktan meydana geliverir. Halbuki o vehmine bile gelmemişti senin.
  • پس طمع در درزیی بهر چه بود  ** چون نخواست آن رزق زان جانب گشود 
  • Peki, o rızık oradan meydana gelmeyecekti de terziliğe tamahın nedendi?
  • بهر نادر حکمتی در علم حق  ** که نبشت آن حکم را در ما سبق  4200
  • Tanrı bilgisindeki eşsiz, örneksiz bir hikmet yüzündendi. Tanrı, onu ezelde öyle yazmıştı.
  • نیز تا حیران بود اندیشه‌ات  ** تا که حیرانی بود کل پیشه‌ات 
  • Düşüncen şaşırsın, bütün hünerin, işin gücün hayranlıktan ibaret olsun diye Tanrı bu hikmeti halk etti.
  • یا وصال یار زین سعیم رسد  ** یا ز راهی خارج از سعی جسد 
  • Acaba sevgilinin vuslatına bu çalışmasıyla mı ererim, yoksa bedeni çalışmam olmaksızın başka bir yoldan mı sevgiliye ulaşırım?
  • من نگویم زین طریق آید مراد  ** می‌طپم تا از کجا خواهد گشاد 
  • Maksadıma bu yoldan erişeceğim demem. Yalnız bakalım, isteğim nereden meydana gelecek diye çırpınır dururum;
  • سربریده مرغ هر سو می‌فتد  ** تا کدامین سو رهد جان از جسد 
  • Başı kesilmiş kuş, can bedeninden nerede kurtulacak diye her yana koşar çırpınır , çırpınır ya.
  • یا مراد من برآید زین خروج  ** یا ز برجی دیگر از ذات البروج  4205
  • Ben de ya bu çıkışla muradıma nail olurum, yahut burçlarla süslü gökteki başka bir burçtan muradıma ererim dersin.
  • حکایت آن شخص کی خواب دید کی آنچ می‌طلبی از یسار به مصر وفا شود آنجا گنجیست در فلان محله در فلان خانه چون به مصر آمد کسی گفت من خواب دیده‌ایم کی گنجیست به بغداد در فلان محله در فلان خانه نام محله و خانه‌ی این شخص بگفت آن شخص فهم کرد کی آن گنج در مصر گفتن جهت آن بود کی مرا یقین کنند کی در غیر خانه‌ی خود نمی‌باید جستن ولیکن این گنج یقین و محقق جز در مصر حاصل نشود 
  • Bir adam rüyasında birisini gördü. Gördüğü adam, kendisine “Zengin olmayı istiyorsun ya, bu maksadına Mısır’da erişeceksin. Orada bir define var; filan mahallede filan evde” dedi. Adam, Mısır’a gelince orada birisi, kendisine “Bağdat’ta filan mahallede filan evde bir define var” dedi. Mahallenin ve ev sahibinin adını söyledi. Adam Mısır’a gelmemdeki sebep, bu defineyi evimden başka bir yerde aramamaklığım lazımmış, bunu öğrenmek içinmiş demek. Yoksa bu defineyi, Mısır’da elde edemiyeceğim dedi.
  • بود یک میراثی مال و عقار  ** جمله را خورد و بماند او عور و زار 
  • Mal ve akara konmuş bir mirasyedi vardı. Konduğu mirasın hepsini yedi, çırçıplak kaldı.
  • مال میراثی ندارد خود وفا  ** چون بناکام از گذشته شد جدا 
  • Miras malının zaten vefası yoktur. Geçip gider, fayda etmez, geçip gider; sahibi, ondan ayrılıverir.
  • او نداند قدر هم کاسان بیافت  ** کو بکد و رنج و کسبش کم شتاف 
  • Mirasa konan malın kadrini bilmez çünkü kolay buldu. Dileyip savaşmadı pek o kadar zahmet çekmedi ki.
  • قدر جان زان می‌ندانی ای فلان  ** که بدادت حق به بخشش رایگان 
  • Sana da Tanrı bu canı bedava verdi de o yüzden canının kadrini bilmiyorsun.
  • نقد رفت و کاله رفته و خانه‌ها  ** ماند چون چغدان در آن ویرانه‌ها  4210
  • Adamın elindeki para da gitti, kumaş da gitti, evler de gitti. Yıkık yerlerde baykuşlar gibi kalakaldı.
  • گفت یا رب برگ دادی رفت برگ  ** یا بده برگی و یا بفرست مرگ 
  • Dedi ki: Yarabbi mal, mülk ekmek azık verdin, hepsi gitti. Ya lütfet bir geçim ver, yahut da ölümümü yolla.
  • چون تهی شد یاد حق آغاز کرد  ** یا رب و یا رب اجرنی ساز کرد 
  • Gönlünden her şey boşalınca yarabbi, yarabbi demeye koyuldu. “Rabbim beni kurtar, bana yardım et” demeye başladı.