English    Türkçe    فارسی   

6
4201-4250

  • نیز تا حیران بود اندیشه‌ات  ** تا که حیرانی بود کل پیشه‌ات 
  • Düşüncen şaşırsın, bütün hünerin, işin gücün hayranlıktan ibaret olsun diye Tanrı bu hikmeti halk etti.
  • یا وصال یار زین سعیم رسد  ** یا ز راهی خارج از سعی جسد 
  • Acaba sevgilinin vuslatına bu çalışmasıyla mı ererim, yoksa bedeni çalışmam olmaksızın başka bir yoldan mı sevgiliye ulaşırım?
  • من نگویم زین طریق آید مراد  ** می‌طپم تا از کجا خواهد گشاد 
  • Maksadıma bu yoldan erişeceğim demem. Yalnız bakalım, isteğim nereden meydana gelecek diye çırpınır dururum;
  • سربریده مرغ هر سو می‌فتد  ** تا کدامین سو رهد جان از جسد 
  • Başı kesilmiş kuş, can bedeninden nerede kurtulacak diye her yana koşar çırpınır , çırpınır ya.
  • یا مراد من برآید زین خروج  ** یا ز برجی دیگر از ذات البروج  4205
  • Ben de ya bu çıkışla muradıma nail olurum, yahut burçlarla süslü gökteki başka bir burçtan muradıma ererim dersin.
  • حکایت آن شخص کی خواب دید کی آنچ می‌طلبی از یسار به مصر وفا شود آنجا گنجیست در فلان محله در فلان خانه چون به مصر آمد کسی گفت من خواب دیده‌ایم کی گنجیست به بغداد در فلان محله در فلان خانه نام محله و خانه‌ی این شخص بگفت آن شخص فهم کرد کی آن گنج در مصر گفتن جهت آن بود کی مرا یقین کنند کی در غیر خانه‌ی خود نمی‌باید جستن ولیکن این گنج یقین و محقق جز در مصر حاصل نشود 
  • Bir adam rüyasında birisini gördü. Gördüğü adam, kendisine “Zengin olmayı istiyorsun ya, bu maksadına Mısır’da erişeceksin. Orada bir define var; filan mahallede filan evde” dedi. Adam, Mısır’a gelince orada birisi, kendisine “Bağdat’ta filan mahallede filan evde bir define var” dedi. Mahallenin ve ev sahibinin adını söyledi. Adam Mısır’a gelmemdeki sebep, bu defineyi evimden başka bir yerde aramamaklığım lazımmış, bunu öğrenmek içinmiş demek. Yoksa bu defineyi, Mısır’da elde edemiyeceğim dedi.
  • بود یک میراثی مال و عقار  ** جمله را خورد و بماند او عور و زار 
  • Mal ve akara konmuş bir mirasyedi vardı. Konduğu mirasın hepsini yedi, çırçıplak kaldı.
  • مال میراثی ندارد خود وفا  ** چون بناکام از گذشته شد جدا 
  • Miras malının zaten vefası yoktur. Geçip gider, fayda etmez, geçip gider; sahibi, ondan ayrılıverir.
  • او نداند قدر هم کاسان بیافت  ** کو بکد و رنج و کسبش کم شتاف 
  • Mirasa konan malın kadrini bilmez çünkü kolay buldu. Dileyip savaşmadı pek o kadar zahmet çekmedi ki.
  • قدر جان زان می‌ندانی ای فلان  ** که بدادت حق به بخشش رایگان 
  • Sana da Tanrı bu canı bedava verdi de o yüzden canının kadrini bilmiyorsun.
  • نقد رفت و کاله رفته و خانه‌ها  ** ماند چون چغدان در آن ویرانه‌ها  4210
  • Adamın elindeki para da gitti, kumaş da gitti, evler de gitti. Yıkık yerlerde baykuşlar gibi kalakaldı.
  • گفت یا رب برگ دادی رفت برگ  ** یا بده برگی و یا بفرست مرگ 
  • Dedi ki: Yarabbi mal, mülk ekmek azık verdin, hepsi gitti. Ya lütfet bir geçim ver, yahut da ölümümü yolla.
  • چون تهی شد یاد حق آغاز کرد  ** یا رب و یا رب اجرنی ساز کرد 
  • Gönlünden her şey boşalınca yarabbi, yarabbi demeye koyuldu. “Rabbim beni kurtar, bana yardım et” demeye başladı.
  • چون پیمبر گفته مومن مزهرست  ** در زمان خالیی ناله گرست 
  • Peygamber “İnanan, kamışa benzer” demiştir. İçi boş olunca feryat eder.
  • چون شود پر مطربش بنهد ز دست  ** پر مشو که آسیب دست او خوشست 
  • Fakat kamışın içi dolu oldu mu çalgıcı onu elinden atar. Sakın dolu olma. Onun elinden gelen zarar da hoştur.
  • تی شو و خوش باش بین اصبعین  ** کز می لا این سرمستست این  4215
  • Boş ol da Tanrı’nın iki parmağı arasında hoş bir hale gel. Çünkü bütün alem yokluk şarabından sarhoştur.
  • رفت طغیان آب از چشمش گشاد  ** آب چشمش زرع دین را آب داد 
  • O mirasyedinin de azgınlığı gitti, gözlerinden yaş boşandı. Gözyaşları, din mahsulüne su verdi.
  • سبب تاخیر اجابت دعای مومن 
  • Müminin duasının geç kabul edilmesindeki sebep
  • ای بسا مخلص که نالد در دعا  ** تا رود دود خلوصش بر سما 
  • Nice ihlas sahibi vardır ki ağlar, sızlar, dua eder. Duasındaki ihlas dumanı da göğe kadar gider.
  • تا رود بالای این سقف برین  ** بوی مجمر از انین المذنبین 
  • Suçluların sızlanmasından bir öd ağacı kokusu, bu güzelim gök kubbenin ta yücelerine kadar varır.
  • پس ملایک با خدا نالند زار  ** کای مجیب هر دعا وی مستجار 
  • Bunun üzerine melekler Tanrı’ya sızlanmaya başlarlar: Ey her duayı kabul eden, ey sığınılan Tanrı!
  • بنده‌ی مومن تضرع می‌کند  ** او نمی‌داند به جز تو مستند  4220
  • Mümin kulun yalvarmada. Onun senden başka dayandığı yok.
  • تو عطا بیگانگان را می‌دهی  ** از تو دارد آرزو هر مشتهی 
  • Sen yabancılara bile ihsanda bulunursun. Her iştah sahibi, dileğini senden diler.
  • حق بفرماید که نه از خواری اوست  ** عین تاخیر عطا یاری اوست 
  • Tanrı buyurur ki: bu onu horlamak için değil. Ona geç ihsan etmem, onun faydasınadır.
  • حاجت آوردش ز غفلت سوی من  ** آن کشیدش مو کشان در کوی من 
  • İhtiyacı onu gafletten ayılttı, bana çevirdi; saçından tuttu, çeke, çeke benim tarafıma getirdi.
  • گر بر آرم حاجتش او وا رود  ** هم در آن بازیچه مستغرق شود 
  • Dileğini verirsem yine döner, o oyuncağa kapılır gaflete gark olur gider.
  • گرچه می‌نالد به جان یا مستجار  ** دل شکسته سینه‌خسته گو بزار  4225
  • Gerçi ey sığınılan en düşkünlere yardım eden Tanrı diye gönlü kırık, perişan bir halde ağlayıp sızlanmada ama ko ağlasın, sızlasın.
  • خوش همی‌آید مرا آواز او  ** وآن خدایا گفتن و آن راز او 
  • Bana onun sesi hoş gelmede. O yarabbi demesi, sırlarını söylemesi hoşuma gidiyor.
  • وانک اندر لابه و در ماجرا  ** می‌فریباند بهر نوعی مرا 
  • Yalvararak başından geçenleri anlatarak beni her çeşit aldatmada.
  • طوطیان و بلبلان را از پسند  ** از خوش آوازی قفس در می‌کنند 
  • Dudu kuşlarıyla bülbülleri, seslerinin güzelliği yüzünden kafese koyarlar.
  • زاغ را و چغد را اندر قفس  ** کی کنند این خود نیامد در قصص 
  • Fakat kuzgunla baykuşu hiç kafese korlar mı? Böyle bir şey hiç işitilmemiştir.
  • پیش شاهد باز چون آید دو تن  ** آن یکی کمپیر و دیگر خوش‌ذقن  4230
  • Güzel seven bir ekmekçinin yanına iki kişi gelse, bir tanesi ihtiyar, bir tanesi de güzel bir delikanlı olsa.
  • هر دو نان خواهند او زوتر فطیر  ** آرد و کمپیر را گوید که گیر 
  • İkisi de ekmek isteseler ekmekçi hemen bir somun kapıp al der, ihtiyara verir.
  • وآن دگر را که خوشستش قد و خد  ** کی دهد نان بل به تاخیر افکند 
  • Öbür boyu boyu güzel olana hemencecik ekmek verir mi? Onu geciktirir.
  • گویدش بنشین زمانی بی‌گزند  ** که به خانه نان تازه می‌پزند 
  • Der ki: bir zamancağız bekle hele. Evde taze ekmek pişiriyorlar.
  • چون رسد آن نان گرمش بعد کد  ** گویدش بنشین که حلوا می‌رسد 
  • O sıcak ekmek bir müddet sonra gelse bile yine hele otur der, helva da gelecek şimdi.
  • هم برین فن داردارش می‌کند  ** وز ره پنهان شکارش می‌کند  4235
  • Böyle , böyle onu geciktirir, oyalar gizli bir yoldan avlamaya başlar.
  • که مرا کاریست با تو یک زمان  ** منتظر می‌باش ای خوب جهان 
  • Benim seninle bir müddet işim var. Ey dünya güzeli, bekle hele der.
  • بی‌مرادی مومنان از نیک و بد  ** تو یقین می‌دان که بهر این بود 
  • İşte müminlerin, iyiden, kötüden bir murada hemencecik nail olamamaları iyice bil ki bu yüzdendir.
  • رجوع کردن به قصه‌ی آن شخص کی به او گنج نشان دادند به مصر و بیان تضرع او از درویشی به حضرت حق 
  • Rüyasında “Mısır’da define var” dedikleri adamın Tanrı tapısında yoksulluktan sızıldanması
  • مرد میراثی چو خورد و شد فقیر  ** آمد اندر یا رب و گریه و نفیر 
  • Mirasyedi, mirası yiyip bitirdi. Yoksullaştı, yarabbi demeye, ağlayıp sızlanmaya başladı.
  • خود کی کوبد این در رحمت‌نثار  ** که نیابد در اجابت صد بهار 
  • Zaten rahmetler saçan bu kapıyı kim dövdü de Tanrı icabet etmedi; bu kapı açılıp ona yüzlerce bahar saçılmıştı?
  • خواب دید او هاتفی گفت او شنید  ** که غنای تو به مصر آید پدید  4240
  • Rüya gördü bir hatif ona dedi ki: Sen, Mısır’da zengin olacaksın.
  • رو به مصر آنجا شود کار تو راست  ** کرد کدیت را قبول او مرتجاست 
  • Yürü Mısır’a git. İşin orada düzelecek. Tanrı niyazını kabul etti. O ricaları kabul eden Tanrıdır.
  • در فلان موضع یکی گنجی است زفت  ** در پی آن بایدت تا مصر رفت 
  • Falan yerde büyük bir define var. onun için ta Mısır’a kadar gitmen gerek.
  • بی‌درنگی هین ز بغداد ای نژند  ** رو به سوی مصر و منبت‌گاه قند 
  • Ey köhne adam durmadan hemencecik Bağdat’tan kalk, Mısır’a şeker kamışlığına kadar git!
  • چون ز بغداد آمد او تا سوی مصر  ** گرم شد پشتش چو دید او روی مصر 
  • Adam, Bağdat’tan kalkıp ta Mısır’a kadar gitti. Mısır’ı görünce sırtı kaşındı.
  • بر امید وعده‌ی هاتف که گنج  ** یابد اندر مصر بهر دفع رنج  4245
  • Sıkıntısını gidermek için hatifin vadine ümitlenerek Mısır’a gitti.
  • در فلان کوی و فلان موضع دفین  ** هست گنجی سخت نادر بس گزین 
  • Hatif, falan mahallede falan yerde gömülü pek nadir, pek değerli bir define var demişti.
  • لیک نفقه‌ش بیش و کم چیزی نماند  ** خواست دقی بر عوام‌الناس راند 
  • Oraya kadar gitti ama az çok, hiçbir geçinecek parası pulu kalmadı. Halktan dilencilik etmeye niyet etti.
  • لیک شرم و همتش دامن گرفت  ** خویش را در صبر افشردن گرفت 
  • Fakat yüzü tutmuyor, utanıyordu. Sabretti, üzülüp durdu.
  • باز نفسش از مجاعت بر طپید  ** ز انتجاع و خواستن چاره ندید 
  • Derken yine açlıktan kıvranmaya başladı. Dilencilikten başka bir çaresi kalmadı.
  • گفت شب بیرون روم من نرم نرم  ** تا ز ظلمت نایدم در کدیه شرم  4250
  • Dedi ki: Geceleyin yavaş, yavaş çıkarım: karanlıktan görünmem de o suretle dilenirim.