English    Türkçe    فارسی   

4
933-957

  • مکیان گفتند ما را علم نیست ** ما ندانستیم که آنجا کودکیست
  • Mekkeliler biz bilmiyoruz... Hatta orada bir çocuk olduğunu bile görmedik dediler.
  • ریخت چندان اشک و کرد او بس فغان ** که ازو گریان شدند آن دیگران
  • Halime öyle bir feryat edip ağlamaya başladı ki onun ağlamasını görüp başkaları da ağladılar!
  • سینه کوبان آن چنان بگریست خوش ** که اختران گریان شدند از گریه‌اش 935
  • Göğsünü döverek öyle yanık yanık ağlıyordu ki ağlamasına bakıp yıldızlar bile ağlamaya koyuldular!
  • حکایت آن پیر عرب کی دلالت کرد حلیمه را به استعانت به بتان
  • Halime’yi, yardım istemek üzere putlara götüren ihtiyar Arap
  • پیرمردی پیشش آمد با عصا ** کای حلیمه چه فتاد آخر ترا
  • Bu sırada ihtiyar bir adam, elindeki sopasını kaka kaka çıkageldi. Dedi ki: “A Halime, başına ne geldi senin?
  • که چنین آتش ز دل افروختی ** این جگرها را ز ماتم سوختی
  • Neden böyle ağlıyor, yasla ciğerler dağlıyorsun?”
  • گفت احمد را رضیعم معتمد ** پس بیاوردم که بسپارم به جد
  • Halime “Ben Ahmed’in inanılır, güvenilir sütninesiyim... Onu atasına teslim etmek üzere getirdim.
  • چون رسیدم در حطیم آوازها ** می‌رسید و می‌شنیدم از هوا
  • Fakat Hatîme gelince kulağıma havadan sesler gelmeye başladı.
  • من چو آن الحان شنیدم از هوا ** طفل را بنهادم آنجا زان صدا 940
  • Gökten gelen o sesleri duyunca çocuğu oraya bıraktım...
  • تا ببینم این ندا آواز کیست ** که ندایی بس لطیف و بس شهیست
  • Bu sözleri kim söylüyor, göreyim dedim... Çünkü pek lâtif, pek güzel bir sesti o.
  • نه از کسی دیدم بگرد خود نشان ** نه ندا می منقطع شد یک زمان
  • Ne etrafımda kimseyi gördüm, ne de bir an o ses kesildi.
  • چونک واگشتم ز حیرتهای دل ** طفل را آنجا ندیدم وای دل
  • Şaşırıp kaldım, şaşkınlıkla şuraya buraya giderken bir de baktım ki çocuk, koyduğum yerde yok... Eyvahlar olsun, yazık oldu bana!”
  • گفتش ای فرزند تو انده مدار ** که نمایم مر ترا یک شهریار
  • İhtiyar, “Meraklanma, kederlenme... Ben sana bir padişah göstereyim.
  • که بگوید گر بخواهد حال طفل ** او بداند منزل و ترحال طفل 945
  • O sana çocuğun ne olduğunu, nereye gittiğini, nerede bulunduğunu söyler” dedi.
  • پس حلیمه گفت ای جانم فدا ** مر ترا ای شیخ خوب خوش‌ندا
  • Halime, canım feda olsun sana ey güzel yüzlü, tatlı sözlü ihtiyar!
  • هین مرا بنمای آن شاه نظر ** کش بود از حال طفل من خبر
  • Hadi, hemen bana o yüce bakışlı padişahı göster de çocuğun halinden haber alayım, dedi.
  • برد او را پیش عزی کین صنم ** هست در اخبار غیبی مغتنم
  • İhtiyar, Halime’yi Uzza’nın yanına götürdü... Dedi ki: “Bu put, kayıpları haber vermede tecrübe edilmiştir.
  • ما هزاران گم شده زو یافتیم ** چون به خدمت سوی او بشتافتیم
  • Biz, ona tapı kılarak vardık mı binlerce kaybımızı bulmuştur.”
  • پیر کرد او را سجود و گفت زود ** ای خداوند عرب ای بحر جود 950
  • İhtiyar, puta secde edip derhal “Ey Arabın velinimeti, ey cömertlik denizi!
  • گفت ای عزی تو بس اکرامها ** کرده‌ای تا رسته‌ایم از دامها
  • Ey uzza! Sen bize nice lütuflarda bulundun da biz tuzaklardan kurtulduk.
  • بر عرب حقست از اکرام تو ** فرض گشته تا عرب شد رام تو
  • Lütufların yüzünden Arap’ta hakkın var... Arab’ın sana ram olması farz olmuştur.
  • این حلیمه‌ی سعدی از اومید تو ** آمد اندر ظل شاخ بید تو
  • Sad kabilesinden olan Halime, derdine derman olacağını umarak senin gölgene gelip sığındı.
  • که ازو فرزند طفلی گم شدست ** نام آن کودک محمد آمدست
  • Onun bir küçük çocuğu kaybolmuş... Adı Muhammed’miş!” dedi.
  • چون محمد گفت آن جمله بتان ** سرنگون گشت و ساجد آن زمان 955
  • Arap, Muhammed der demez derhal bütün putlar yere kapandılar, secde ettiler.
  • که برو ای پیر این چه جست و جوست ** آن محمد را که عزل ما ازوست
  • “A ihtiyar, Muhammed’i ne çeşit arayış bu? Biz onun yüzünden işten kalacak, hor hakir olacağız!
  • ما نگون و سنگسار آییم ازو ** ما کساد و بی‌عیار آییم ازو
  • Biz onun yüzünden yüz üstü düşeceğiz, taşlanacağız... Onun yüzünden kârımıza kesat gelecek, ayarımız mahvolacak!