English    Türkçe    فارسی   

1
2749-2798

  • آن یکی جودش گدا آرد پدید ** و آن دگر بخشد گدایان را مزید
  • Tanrı’nın bir çeşit cömertliği, yoksulları meydana çıkarır, bir başka cömertliği de onlara bol bol ihsanda bulunur.
  • پس گدایان آیت جود حق‌‌اند ** و آن که با حقند جود مطلق‌‌اند 2750
  • Şu halde yoksullar, Tanrı cömertliği aynalarıdır. Hak ile Hak olan ve varlıktan tamamı ile geçen hakikî yoksullarsa mutlak nur olmuşlardır.
  • و آن که جز این دوست او خود مرده‌‌ای است ** او بر این در نیست نقش پرده‌‌ای است‌‌
  • Bu iki çeşit yoksuldan başkaları (yani varlığı olmayanlarla varlıktan geçenlerden başkaları) esasen ölüdür. Bu çeşit adam bu kapıda değildir, perdedeki, nakıştan, suretten ibarettir.
  • فرق میان آن که درویش است به خدا و تشنه‌‌ی خدا و میان آن که درویش است از خدا و تشنه‌‌ی غیر است‌‌
  • Tanrı’ya muhtaç ve susamış kişiyle Tanrı’ya ait bir şeye sahip olmayan ve ondan başkasını dileyen kişi arasındaki fark
  • نقش درویش است او نی اهل نان ** نقش سگ را تو مینداز استخوان‌‌
  • O kişi, yoksulun resmidir, canı yoktur, ekmek yemez. Köpek resmine kemik atma.
  • فقر لقمه دارد او نی فقر حق ** پیش نقش مرده‌‌ای کم نه طبق‌‌
  • O, Tanrı fakiri değil, lokma fakiridir. Ölü resmin önüne yemek tabağını koyma.
  • ماهی خاکی بود درویش نان ** شکل ماهی لیک از دریا رمان‌‌
  • Ekmek yoksulu, karada balıktır. Şekli balık şeklidir ama denizden ürküp kaçar.
  • مرغ خانه ست او نه سیمرغ هوا ** لوت نوشد او ننوشد از خدا 2755
  • O evde beslenen kuştur, havada uçan Sîmurg değil. Nefis şeyler yiyip içer, gıdası Hak’tan değildir.
  • عاشق حق است او بهر نوال ** نیست جانش عاشق حسن و جمال‌‌
  • Yemek, içmek için Tanrı âşığıdır; canı güzelliğe âşık değildir.
  • گر توهم می‌‌کند او عشق ذات ** ذات نبود وهم اسما و صفات‌‌
  • Tanrının zatına âşık olduğunu vehmetse bile sevdiği zat değildir; vehmi, esma ve sıfâtın verdiği vehimdir.
  • وهم مخلوق است و مولود آمده ست ** حق نزاییده ست او لم یولد است‌‌
  • Vehim; vasıflardan, hadlerden doğar. Hak ise doğmamıştır, doğurmaz.
  • عاشق تصویر و وهم خویشتن ** کی بود از عاشقان ذو المنن‌‌
  • Kendi tasvir ettiği şeye, kendi vehmine aşık olan kişi, nereden nimet ve ihsan sahibi Tanrı âşıklarından olacak?
  • عاشق آن وهم اگر صادق بود ** آن مجاز او حقیقت کش شود 2760
  • O vehme âşık olan, doğrucuysa mecazi sevgisi, kendisini nihayet hakikate çeker, götürür.
  • شرح می‌‌خواهد بیان این سخن ** لیک می‌‌ترسم ز افهام کهن‌‌
  • Bu sözü iyice anlatmak, açmak lâzım; fakat eski düşüncelilerden, onların köhne anlayışlarından korkuyorum.
  • فهم‌‌های کهنه‌‌ی کوته نظر ** صد خیال بد در آرد در فکر
  • Kısa görüşlü köhne anlayışlar, fikre yüz türlü kötü hayaller getirirler.
  • بر سماع راست هر کس چیر نیست ** لقمه‌‌ی هر مرغکی انجیر نیست‌‌
  • Herkesin doğru işitmeye kudreti yoktur. Her kuşcağız, bir inciri bütün olarak yutamaz.
  • خاصه مرغی مرده‌‌ای پوسیده‌‌ای ** پر خیالی اعمیی بی‌‌دیده‌‌ای‌‌
  • Hele ölmüş, çürümüş, hayallere dalmış kör bir kuş olursa...
  • نقش ماهی را چه دریا و چه خاک ** رنگ هندو را چه صابون و چه زاک‌‌ 2765
  • Balık resmine ister deniz olmuş, ister toprak. Kara yüzlüye ha sabun, ha kara boya!
  • نقش اگر غمگین نگاری بر ورق ** او ندارد از غم و شادی سبق‌‌
  • Kâğıda gamlı bir adam resmi yaparsan o resmin ne gamla alışverişi vardır, ne neşeyle.
  • صورتش غمگین و او فارغ از آن ** صورتش خندان و او ز آن بی‌‌نشان‌‌
  • Resim, görünüşte gamlıdır ama, kendisi gamla alâkasızdır. Görünüşte gülen bir resmin de neşeyle münasebeti yoktur.
  • وین غم و شادی که اندر دل خفی است ** پیش آن شادی و غم جز نقش نیست‌‌
  • Gönülde bir haletten başka bir şey olmayan bu dünya gamı bu dünya neşesi; hakiki neşeye hakiki gama nispetle resimden ibarettir.
  • صورت خندان نقش از بهر تست ** تا از آن صورت شود معنی درست‌‌
  • Resmin mütebessim bir surette olması senin içindir ki, o resim sayesinde mânanın doğrulur.
  • نقشهایی کاندر این حمامهاست ** از برون جامه کن چون جامهاست‌‌ 2770
  • Bu hamamlardaki resimler camekânın dışından bakılırsa elbiseler gibidir; cansız, hareketsiz durup durmaktadırlar.
  • تا برونی جامه‌‌ها بینی و بس ** جامه بیرون کن در آ ای هم نفس‌‌
  • Sen, ancak dışardan elbiseleri görürsün. Elbiseni çıkar, soyun da bir içeriye gir arkadaş!
  • ز آن که با جامه درون سو راه نیست ** تن ز جان جامه ز تن آگاه نیست‌‌
  • Çünkü elbiseyle içeriye yol yoktur. Ten elbiseden, elbise de tenden haberdar değildir.
  • پیش آمدن نقیبان و دربانان خلیفه از بهر اکرام اعرابی و پذیرفتن هدیه‌‌ی او را
  • Halife adamlarının bedeviyi ağırlamak üzere karşılamaları ve armağanını kabul etmeleri
  • آن عرابی از بیابان بعید ** بر در دار الخلافه چون رسید
  • O bedevi Arap uzak çöllerden Hilâfet Şehrinin kapısına vardı.
  • پس نقیبان پیش او باز آمدند ** بس گلاب لطف بر جیبش زدند
  • Kapıcılar, bedeviyi karşılayıp üstüne lûtuf gülsuyunu serptiler.
  • حاجت او فهمشان شد بی‌‌مقال ** کار ایشان بد عطا پیش از سؤال‌‌ 2775
  • Bedevi söylemeden ihtiyacını, dileğini anladılar. Zaten onların işi istetmeden ihsan etmekti.
  • پس بدو گفتند یا وجه العرب ** از کجایی چونی از راه و تعب‌‌
  • Ona “Ey Arab’ın en asili, en yücesi! Hangi diyardansın, yolla, yol yorgunluğuyla nasılsın?” dediler.
  • گفت وجهم گر مرا وجهی دهید ** بی‌‌وجوهم چون پس پشتم نهید
  • Bedevi dedi ki: “Eğer bana yüz verirseniz asîlim, yüceyim. Fakat ardınıza atar mühimsemezseniz ne asaletim var ne yüzüm!
  • ای که در روتان نشان مهتری ** فرتان خوشتر ز زر جعفری‌‌
  • Ey yüzlerinde ululuk nişanesi olanlar, ey şevketleri Câferi altından daha hoş kişiler!
  • ای که یک دیدارتان دیدارها ** ای نثار دینتان دینارها
  • Sizi bir kerecik görmek, sizinle bir kerecik buluşmak, yüzlerce kişileri görmeye, yüzlerce güzellerle buluşmaya bedeldir. Sizi görmek için mal, mülk, servet... hepsi feda olsun!
  • ای همه ینظر بنور الله شده ** از بر حق بهر بخشش آمده‌‌ 2780
  • Ey Tanrı nuruyla bakanlar, bu dereceye erişmiş olanlar, padişahlar padişahının ahlâkıyla ahlâklanmış kişiler!
  • تا زنید آن کیمیاهای نظر ** بر سر مسهای اشخاص بشر
  • Kimya gibi olan bakışı nızla bakıra benzer insanlara bakar, onları altın haline getirirsiniz.
  • من غریبم از بیابان آمدم ** بر امید لطف سلطان آمدم‌‌
  • Ben garibim, padişahın lûtfunu umarak çöllerden geldim.
  • بوی لطف او بیابانها گرفت ** ذره‌‌های ریگ هم جانها گرفت‌‌
  • Onun lûtfunun kokusu çölleri tuttu, kum zerrelerini kapladı, o zerreler bile lûtfiyle canlandı.
  • تا بدین جا بهر دینار آمدم ** چون رسیدم مست دیدار آمدم‌‌
  • Buralara kadar paraya kavuşmak için gelmiştim, fakat ulaşınca sizin yüzünüzden sarhoş oldum.
  • بهر نان شخصی سوی نانوا دوید ** داد جان چون حسن نانوا را بدید 2785
  • Birisi, ekmek almak için ekmekçi dükkânına koştu, fakat ekmekçinin güzelliğini görünce canını verdi.
  • بهر فرجه شد یکی تا گلستان ** فرجه‌‌ی او شد جمال باغبان‌‌
  • Birisi, gezip eğlenmek üzere gül bahçesine gitti, bahçıvanın yüzü teferrüç yeri oldu.
  • همچو اعرابی که آب از چه کشید ** آب حیوان از رخ یوسف چشید
  • Kuyudan su çekerken Yusuf’un yüzünden âbıhayat içen bedevi gibi...
  • رفت موسی کاتش آرد او به دست ** آتشی دید او که از آتش برست‌‌
  • Mûsâ ateş elde etmek için gitti, öyle bir ateş gördü ki ateşten vazgeçti.
  • جست عیسی تا رهد از دشمنان ** بردش آن جستن به چارم آسمان‌‌
  • İsa düşmanlardan kurtulmak için kaçtı. O kaçış, onu dördüncü kat göğe kadar çıkardı.
  • دام آدم خوشه‌‌ی گندم شده ** تا وجودش خوشه‌‌ی مردم شده‌‌ 2790
  • Buğday başağı, Âdemin tuzağı oldu da bu suretle varlığı, insanlara başak oldu; bütün insanlar ondan var oldu.
  • باز آید سوی دام از بهر خور ** ساعد شه یابد و اقبال و فر
  • Doğan kuşu, karnını doyurmak üzere tuzağa tutulur, fakat bu yüzden devlet ve kuvvet bulur, padişahın kolu, durağı olur.
  • طفل شد مکتب پی کسب هنر ** بر امید مرغ با لطف پدر
  • Çocuk, babası lûtfedecek, kendisine kuş alacak ümidiyle, fakat hakikatte hüner sahibi olmak için mektebe gider.
  • پس ز مکتب آن یکی صدری شده ** ماهگانه داده و بدری شده‌‌
  • Mektepten çıkınca yücelir, en yüksek mevkiye sahip olur. Hocaya aylık verirken âlemi aydınlatan bir bedir haline gelir.
  • آمده عباس حرب از بهر کین ** بهر قمع احمد و استیز دین‌‌
  • Abbas, kin güderek eski dinin öcünü almak ve Ahmed’i ortadan kaldırmak üzere harp etmeye gelmişti.
  • گشته دین را تا قیامت پشت و رو ** در خلافت او و فرزندان او 2795
  • Öyle olduğu halde o ve evlâtları, hilâfet makamında kıyamete dek dine arka oldular, o makama şeref verdiler.
  • من بر این در طالب چیز آمدم ** صدر گشتم چون به دهلیز آمدم‌‌
  • Ben, bu kapıya bir şey dilemek için geldim; daha dehlizde baş köşe oldum, yüceldim.
  • آب آوردم به تحفه بهر نان ** بوی نانم برد تا صدر جنان‌‌
  • Ekmek ümidiyle armağan olarak su getirdim; ekmek kokusu, beni ta cennetin baş köşesine kadar çekti, götürdü.
  • نان برون راند آدمی را از بهشت ** نان مرا اندر بهشتی در سرشت‌‌
  • Ekmek, bir Âdem’i cennetten sürdürdü; beni ise cennetliklerle kaynaştırdı.