English    Türkçe    فارسی   

3
4248-4297

  • ظاهر قرآن چو شخص آدمیست ** که نقوشش ظاهر و جانش خفیست
  • Kur’an’ın zahiri, insana benzer… Sureti görünür, meydandadır da canı gizli!
  • مرد را صد سال عم و خال او ** یک سر مویی نبیند حال او
  • İnsanın amcası, dayısı bile insana o kadar yakın olduğu halde yüzyıl beraber yaşasalar halini bir kıl ucu olsun göremez, anlayamaz.
  • بیان آنک رفتن انبیا و اولیا به کوهها و غارها جهت پنهان کردن خویش نیست و جهت خوف تشویش خلق نیست بلک جهت ارشاد خلق است و تحریض بر انقطاع از دنیا به قدر ممکن
  • Peygamberlerle velilerin –aleyhimüsselâm– dağlara, mağaralara gitmeleri, gizlenmek için olmadığı gibi halkta korkularından da değildir. Onlar, mümkün olduğu kadar halkın dünyadan alâkasının kesmek ve bu suretle insanları irşad etmek için bu işi yaparlar
  • آنک گویند اولیا در که بوند ** تا ز چشم مردمان پنهان شوند 4250
  • Veliler, halkın gözünden gizlenmek için dağlara giderler derler ya…
  • پیش خلق ایشان فراز صد که‌اند ** گام خود بر چرخ هفتم می‌نهند
  • Hakikatte zaten halka nazaran bunlar yüz tane dağın tepesine çıkmışlar, ayaklarını yedinci kat göğün üstüne atmışlardır.
  • پس چرا پنهان شود که‌جو بود ** کو ز صد دریا و که زان سو بود
  • Onla, halka nazaran yüzlerce denizden yüzlerce dağdan ötedeyken neden dağlara giderler de gizlenirler?
  • حاجتش نبود به سوی که گریخت ** کز پیش کره‌ی فلک صد نعل ریخت
  • Velinin dağa kaçmaya ihtiyacı yoktur ki… Gök tayı bile onun ardından koşar, ayağından yüzlerce nal sökülür, düşer de yine de izine yetişemez!
  • چرخ گردید و ندید او گرد جان ** تعزیت‌جامه بپوشید آسمان
  • Gökyüzü bile döndü dolaştı da o canın tozuna erişemedi… Bu yüzden de yaslandı, gök elbiselere büründü!
  • گر به ظاهر آن پری پنهان بود ** آدمی پنهان‌تر از پریان بود 4255
  • Hani zahiren peri gözden gizlidir ya… İnsan, perilerden daha gizlidir.
  • نزد عاقل زان پری که مضمرست ** آدمی صد بار خود پنهان‌ترست
  • Akıllıya göre insan, gizli olan periye nazaran yüz kat daha gizli!
  • آدمی نزدیک عاقل چون خفیست ** چون بود آدم که در غیب او صفیست
  • Akıllıya nazaran insan bu kadar gizli olunca gayb âlemindeki seçilmiş insan nasıl olur?
  • تشبیه صورت اولیا و صورت کلام اولیا به صورت عصای موسی و صورت افسون عیسی علیهما السلام
  • Velîlerle velilerin sözleri Musa’nın aşasıyla İsa’nın afsununa benzer
  • آدمی همچون عصای موسی‌است ** آدمی همچون فسون عیسی‌است
  • İnsan, Musa’nın asasına benzer, İsa’nın afsunu gibidir.
  • در کف حق بهر داد و بهر زین ** قلب مومن هست بین اصبعین
  • Müminin kalbi, adalet sahibi olan ve yardım dilenen Allah elindedir. Allah’ın iki parmağı arasındadır.
  • ظاهرش چوبی ولیکن پیش او ** کون یک لقمه چو بگشاید گلو 4260
  • Asa, görünüşte bir sopadan ibarettir ama ağzını açtı mı bütün varlık, ona bir lokmadır.
  • تو مبین ز افسون عیسی حرف و صوت ** آن ببین کز وی گریزان گشت موت
  • İsa’nın afsunundaki harfe, sese bakma. Ondan, ölüm bile kaçıyor, sen ona bak!
  • تو مبین ز افسونش آن لهجات پست ** آن نگر که مرده بر جست و نشست
  • Afsunda ki o ehemmiyetsiz, o değersiz sözlere bakma, o afsunla ölünün sıçrayıp oturuşunu seyret.
  • تو مبین مر آن عصا را سهل یافت ** آن ببین که بحر خضرا را شکافت
  • O sopayı ehemmiyetsiz görme… Yemyeşil denizi nasıl böldü, onu gör!
  • تو ز دوری دیده‌ای چتر سیاه ** یک قدم فا پیش نه بنگر سپاه
  • Uzaktasın da yalnız birer kara çadırdır görüyorsun… Bir adım ilerle de orduyu gör!
  • تو ز دوری می‌نبینی جز که گرد ** اندکی پیش آ ببین در گرد مرد 4265
  • Uzak olduğundan yalnız bir toz dumandır görüyorum ama birazcık yaklaş, ileri var da topun içindeki adama bak!
  • دیده‌ها را گرد او روشن کند ** کوهها را مردی او بر کند
  • Onun tozu, gözleri aydın eder… Onun erliği, dağları yerinden söker!
  • چون بر آمد موسی از اقصای دشت ** کوه طور از مقدمش رقاص گشت
  • Musa, çölün bir ucundan kalkıp gelince Tur dağı, onun gelişinden neşelendi, rakkas kesildi!
  • تفسیر یا جبال اوبی معه والطیر
  • “Ey dağlar, Davud’la beraber okuyun dedik; kuşları da ona teshir ettik” ayetinin tefsiri
  • روی داود از فرش تابان شده ** کوهها اندر پیش نالان شده
  • Davud’un yüzü Allah nuruyla parladı… Dağlar, onunla beraber feryada geldiler.
  • کوه با داود گشته همرهی ** هردو مطرب مست در عشق شهی
  • Dağ Davud’a yoldaş oldu… Her iki çalgıcıda bir padişahın aşkıyla sarhoş oldu!
  • یا جبال اوبی امر آمده ** هر دو هم‌آواز و هم‌پرده شده 4270
  • “Dağlar Davud’un sesine ses verin, onunla beraber ırlayın” diye emir geldi. Dağla Davud… İkisi de bir sesle seslendi, bir perdeden okudu.
  • گفت داودا تو هجرت دیده‌ای ** بهر من از همدمان ببریده‌ای
  • Allah dedi ki: “Ey Davud, sen yerinden, yurdundan ayrıldın… Benim için hemdemlerinden cüda düştün.
  • ای غریب فرد بی مونس شده ** آتش شوق از دلت شعله زده
  • Ey garip olmuş, tek ve muinsiz kalmış olan Davud, iştiyak ateşi, gönlünden şule vermekte.
  • مطربان خواهی و قوال و ندیم ** کوهها را پیشت آرد آن قدیم
  • Çalgıcılar, hanendeler, arkadaşlar istersin. O Kadîm Allah dağları senin huzuruna getirir.
  • مطرب و قوال و سرنایی کند ** که به پیشت بادپیمایی کند
  • Dağlar, sana çalgı çalarlar, şarkı okurlar, zurnacılık ederler. Hepsi de huzurunda yel gibi ses çıkarır, sesine ses verirler.”
  • تا بدانی ناله چون که را رواست ** بی لب و دندان ولی را ناله‌هاست 4275
  • Dudağı, dişi yokken dağın ses vermesi, feryat etmesi caiz oluyor ya… Bil ki velinin de ağızsız, dudaksız sözleri, feryatları var!
  • نغمه‌ی اجزای آن صافی‌جسد ** هر دمی در گوش حسش می‌رسد
  • O her şeyden arınmış mescidin cüzülerinden her an nağmeler çıkar. O nağmelerde her an, velinin can kulağına ulaşır.
  • همنشینان نشنوند او بشنود ** ای خنک جان کو به غیبش بگرود
  • Yanında oturanlar duymazlar, işitmezler de o duyar, işitir. Ne mutlu o cana ki gayba inanmıştır!
  • بنگرد در نفس خود صد گفت و گو ** همنشین او نبرده هیچ بو
  • Velî, kendi kendine yüzlerce söz söyler, dinler de yanında oturan kokusunu bile alamaz!
  • صد سال و صد جواب اندر دلت ** می‌رسد از لامکان تا منزلت
  • Lâmekân âleminden gönlüne yüzlerce sual, yüzlerce cevap gelir, menziline kadar erişir!
  • بشنوی تو نشنود زان گوشها ** گر به نزدیک تو آرد گوش را 4280
  • Bunları sen duyarsın da başkaları kulaklarını ağızlarına kadar yaklaştırsalar yine duymazlar!
  • گیرم ای کر خود تو آن را نشنوی ** چون مثالش دیده‌ای چون نگروی
  • Tutalım, velilerin sessiz, harfsiz sözlerini duymuyor, işitmiyorsun; işte gördün ya… Misli sende de var; neden inanmıyorsun a sağır!
  • جواب طعنه‌زننده در مثنوی از قصور فهم خود
  • Kendi anlayışındaki kusur yüzünden Mesnevi’yi kınamaya kalkışana cevap
  • ای سگ طاعن تو عو عو می‌کنی ** طعن قرآن را برون‌شو می‌کنی
  • Ey kınayan köpek, sen hav hav edip duruyor da Kur’an’ı kınamakla hükmünden kendimi kurtarırım mı sanıyorsun?
  • این نه آن شیرست کز وی جان بری ** یا ز پنجه‌ی قهر او ایمان بری
  • Bu o aslan değil ki ondan canını halâs etmeğe muvaffak olasın yahut kahrının pençesinden imanını kurtarasın!
  • تا قیامت می‌زند قرآن ندی ** ای گروهی جهل را گشته فدی
  • Kur’an, kıyamete kadar, ey kendilerini bilgisizliğe feda edenler, diye nida eder.
  • که مرا افسانه می‌پنداشتید ** تخم طعن و کافری می‌کاشتید 4285
  • Der ki: “Siz, beni masal sandınız da kınama ve kâfirlik tohumunu ektiniz!
  • خود بدیدیت آنک طعنه می‌زدیت ** که شما فانی و افسانه بدیت
  • Fakat kınayıp da aslı yok, masaldan ibaret dediniz ama gördünüz ya… Siz yok oldunuz, siz masal oldunuz.
  • من کلام حقم و قایم به ذات ** قوت جان جان و یاقوت زکات
  • Ben Allah’ın kelâmıyım, Allah’la kaimim. Canın canına gıdayım; arı duru, parlak bir yakutum.
  • نور خورشیدم فتاده بر شما ** لیک از خورشید ناگشته جدا
  • Ben, güneşin nuruyum… Sizin üstünüze vurdum, sizi aydınlattım; fakat güneşten ayrılmış değilim.
  • نک منم ینبوع آن آب حیات ** تا رهانم عاشقان را از ممات
  • Bakın, ben âşıkları ölümden kurtarmak için buracıkta akıp duran bir âbıhayatım.
  • گر چنان گند آزتان ننگیختی ** جرعه‌ای بر گورتان حق ریختی 4290
  • Hırsınız, hasediniz bu kötü kokuyu salmasaydı Allah, sizin mezarlarınıza da bundan bir katrecik saçardı.
  • نه بگیرم گفت و پند آن حکیم ** دل نگردانم بهر طعنی سقیم
  • O, Hakîm’in sözünü, o Hakîm’in öğüdünü tutmaz mıyım hiç? Her kötü ve yanlış kınama yüzünden gönlümü bozmam, işimden, sözümden kalmam.
  • مثل زدن در رمیدن کره‌ی اسپ از آب خوردن به سبب شخولیدن سایسان
  • Seyislerin ıslık çalmaları yüzünden tayın ürküp su içmemesi
  • آنک فرمودست او اندر خطاب ** کره و مادر همی‌خوردند آب
  • Hakîm-i Gaznevî, buyurmuştur ki: tayla anası su içerlerken,
  • می‌شخولیدند هر دم آن نفر ** بهر اسپان که هلا هین آب خور
  • Seyisler, atlar gelsinler, su içsinler diye ıslık çalıyorlardı.
  • آن شخولیدن به کره می‌رسید ** سر همی بر داشت و از خور می‌رمید
  • Tay ıslık sesini duyunca başını kaldırdı, ürküp su içmekten vazgeçti.
  • مادرش پرسید کای کره چرا ** می‌رمی هر ساعتی زین استقا 4295
  • Anası “Yavrucuğum, neye ürküyor su içmiyorsun?” diye sordu.
  • گفت کره می‌شخولند این گروه ** ز اتفاق بانگشان دارم شکوه
  • Tay dedi ki: “Bunlar ıslık çalıyorlar. Hep birden ıslık çalmalarından korktum.
  • پس دلم می‌لرزد از جا می‌رود ** ز اتفاق نعره خوفم می‌رسد
  • Yüreğim titredi, yerinden oynadı. Hep birden ıslık çalıp bağırmaları beni korkuttu.”