English    Türkçe    فارسی   

4
1712-1761

  • نصف قیمت ارزد آن دو چشم او ** که دو چشمش راست مسند چشم تو
  • Öküzün iki gözü, değerinin yarısıdır... Çünkü onun iki gözle yapacağı şeyi, sen ona yaptırabilirsin!
  • ور کنی یک چشم آدم‌زاده‌ای ** نصف قیمت لایقست از جاده‌ای
  • Fakat bir insanın tek gözünü çıkarsan değerinin yarısını vermek gerek!
  • زانک چشم آدمی تنها به خود ** بی دو چشم یار کاری می‌کند
  • Zira insan gözü, başlı başına başka birinin yardımı olmaksızın bir iş görebilir!
  • چشم خر چون اولش بی آخرست ** گر دو چشمش هست حکمش اعورست 1715
  • Eşeğin gözü, işin sonunu görmediğinden eşek, çift gözlü olsa da tek gözlü hükmündedir.
  • این سخن پایان ندارد وان خفیف ** می‌نویسد رقعه در طمع رغیف
  • Bu sözün sonu yoktur... O hafif akıllı, ekmek tamahı ile padişaha mektup yazmaya koyuldu.
  • بقیه‌ی نوشتن آن غلام رقعه به طلب اجری
  • Nafaka istemek için kölenin padişaha mektup yazması
  • رفت پیش از نامه پیش مطبخی ** کای بخیل از مطبخ شاه سخی
  • Mektubu yazmadan mutfak eminine gitti... Ey cömert padişahın mutfağındaki hasis adam, dedi...
  • دور ازو وز همت او کین قدر ** از جری‌ام آیدش اندر نظر
  • Nafakamdan bu kadar şey kesmek padişahtan, padişahın himmetinden uzaktır!
  • گفت بهر مصلحت فرموده است ** نه برای بخل و نه تنگی دست
  • Mutfak emini dedi ki: öyle iktiza etmiştir de ondan kesmiştir... Ne hasisliktendir bu, ne de darlığından!
  • گفت دهلیزیست والله این سخن ** پیش شه خاکست هم زر کهن 1720
  • Köle, hayır dedi... Vallahi bu söz, bu emir, padişahın değildir... Padişahın yanında eski altın bile topraktır âdeta!
  • مطبخی ده گونه حجت بر فراشت ** او همه رد کرد از حرصی که داشت
  • Mutfak emini, ona on türlü delil getirdi... Fakat o hırsından hepsini reddetti.
  • چون جری کم آمدش در وقت چاشت ** زد بسی تشنیع او سودی نداشت
  • Kuşluk vakti nafakası az gelince bir hayli söylendi, kötü sözler söyledi, fakat hiçbir faydası olmadı.
  • گفت قاصد می‌کنید اینها شما ** گفت نه که بنده فرمانیم ما
  • Dedi ki: siz bunu kasten yapıyorsunuz. Mutfak emini “hayır biz emir kuluyuz!”
  • این مگیر از فرع این از اصل گیر ** بر کمان کم زن که از بازوست تیر
  • Bunu feri’den sanma, asıldandır bu... Yaya pek kabahat bulma, oku atan koldur.
  • ما رمیت اذ رمیت ابتلاست ** بر نبی کم نه گنه کان از خداست 1725
  • “Attığın vakit sen atmadın” ayeti bir iptilâdır... Fakat Peygambere de pek günah bulma; bu iş Allah’tandır!
  • آب از سر تیره است ای خیره‌خشم ** پیشتر بنگر یکی بگشای چشم
  • “A gözü kamaşmış adam, su baştan bulanıktır... Gözünü bir iyice aç da işin önüne bak!” dedi.
  • شد ز خشم و غم درون بقعه‌ای ** سوی شه بنوشت خشمین رقعه‌ای
  • Köle kızgınlıkla, dertle bir bucağa çekildi, padişaha kızgınlığını bildirir bir mektup yazdı.
  • اندر آن رقعه ثنای شاه گفت ** گوهر جود و سخای شاه سفت
  • Mektupta padişahı övdü... Onun cömertlik incilerini deldi!
  • کای ز بحر و ابر افزون کف تو ** در قضای حاجت حاجات‌جو
  • “Ey avucu, hacetler isteyeni hacetini vermede denizden de cömert olan, buluttan da cömert olan!
  • زانک ابر آنچ دهد گریان دهد ** کف تو خندان پیاپی خوان نهد 1730
  • Çünkü bulut verir ama ağlaya ağlaya verir... Hâlbuki senin elin, gülerek biteviye sofralar yayar” dedi.
  • ظاهر رقعه اگر چه مدح بود ** بوی خشم از مدح اثرها می‌نمود
  • Mektubun zahiri medihti ama o medihlerden kızgınlığının kokusu duyuluyordu.
  • زان همه کار تو بی‌نورست و زشت ** که تو دوری دور از نور سرشت
  • Senin işin de tıpkı onun işi gibi nursuz ve çirkin... Çünkü sen, yaradılış nurundan uzaksın, uzak!
  • رونق کار خسان کاسد شود ** هم‌چو میوه‌ی تازه زو فاسد شود
  • Bayağı kişilerin işi kesatlıdır... Taze meyve gibi o, çabucak bozulur, çürür!
  • رونق دنیا برآرد زو کساد ** زانک هست از عالم کون و فساد
  • Dünyanın parlaklığı ve revacı da ondan kesat bulur... Çünkü o, oluş ve bozulmuş âlemindendir.
  • خوش نگردد از مدیحی سینه‌ها ** چونک در مداح باشد کینه‌ها 1735
  • Methedende kin oldu mu onun karihasından doğan medihler, insana hoş gelmez!
  • ای دل از کین و کراهت پاک شو ** وانگهان الحمد خوان چالاک شو
  • Gönül, kinden, pislikten arın da sonra çevikçe hamd suresini oku!
  • بر زبان الحمد و اکراه درون ** از زبان تلبیس باشد یا فسون
  • Ağzınla hamd ediyorsun ama için bunu reddetmede... Dilindeki hamd, ya şeytanlıktır, ya efsun!
  • وانگهان گفته خدا که ننگرم ** من به ظاهر من به باطن ناظرم
  • İşte onun için Allah “Ben dışa bakmam, içe bakarım” dedi.
  • حکایت آن مداح کی از جهت ناموس شکر ممدوح می‌کرد و بوی اندوه و غم اندرون او و خلاقت دلق ظاهر او می‌نمود کی آن شکرها لافست و دروغ
  • Şerefini korumak için medihlerde bulunan, fakat içinden dert ve elem kokusu duyulan, hırkasının eksikliğinden o şükürlerin lâftan, yalandan ibaret olduğu anlaşılan övücü
  • آن یکی با دلق آمد از عراق ** باز پرسیدند یاران از فراق
  • Birisi, Irak’tan bir hırkayla çıkageldi. Dostları, ayrılığını sordular;
  • گفت آری بد فراق الا سفر ** بود بر من بس مبارک مژده‌ور 1740
  • Dedi ki: doğru, ayrılık vardı ama yolculuk bana pek kutluydu, âdeta beni muştulamaktaydı.
  • که خلیفه داد ده خلعت مرا ** که قرینش باد صد مدح و ثنا
  • Halife, bana tam on kat elbise verdi... Yüzlerce methüsena, ona yakın olsun!
  • شکرها و حمدها بر می‌شمرد ** تا که شکر از حد و اندازه ببرد
  • Onu bir hayli övdü, şükürlerde, hamitlerde bulundu... Nihayet şükür, haddini aştı.
  • پس بگفتندش که احوال نژند ** بر دروغ تو گواهی می‌دهند
  • Dediler ki: senin perişan halin, yalanına şahadet etmekte.
  • تن برهنه سر برهنه سوخته ** شکر را دزدیده یا آموخته
  • Bedenin çıplak, başın kabak, için yanmış... bu şükürleri, bir yerden mi çaldın, yoksa birisinden mi öğrendin?
  • کو نشان شکر و حمد میر تو ** بر سر و بر پای بی توفیر تو 1745
  • Nerede methettiğin emîrin şükür ve hamd nişaneleri? Onların, şu şerefsiz başında, ayağında görünmesi gerekti.
  • گر زبانت مدح آن شه می‌تند ** هفت اندامت شکایت می‌کند
  • Dilin, o padişahı methetmede ama yedi âzan da şikâyet edip duruyor.
  • در سخای آن شه و سلطان جود ** مر ترا کفشی و شلواری نبود
  • O cömertlik padişahını, o kerem sultanını övüyorsun ama bu övüşe karşılık ayağında bir ayakkabı, bacağında bir şalvar olmalıydı bari!
  • گفت من ایثار کردم آنچ داد ** میر تقصیری نکرد از افتقاد
  • Ben, dedi... Bütün verdiklerini dağıttım; emir ihsanda kusur etmedi hiç!
  • بستدم جمله عطاها از امیر ** بخش کردم بر یتیم و بر فقیر
  • Bütün ihsanlarını aldım, fakat hepsini yetimlere, yoksullara bağışladım.
  • مال دادم بستدم عمر دراز ** در جزا زیرا که بودم پاک‌باز 1750
  • Mal verdim, karşılığında uzun bir ömür aldım... Çünkü içim pek temizdir benim!
  • پس بگفتندش مبارک مال رفت ** چیست اندر باطنت این دود نفت
  • Bunun üzerine dediler ki: o kutlu mal gittiyse içindeki bu duman, bu hararet nedir ya?
  • صد کراهت در درون تو چو خار ** کی بود انده نشان ابتشار
  • İçinde diken gibi yüzlerce pislik var... Hiç keder, muştulanma nişanesi olur mu?
  • کو نشان عشق و ایثار و رضا ** گر درستست آنچ گفتی ما مضی
  • Söylediğin o geçmiş şeyler doğruysa nerede aşk, bağışlama ve razı olma nişanesi?
  • خود گرفتم مال گم شد میل کو ** سیل اگر بگذشت جای سیل کو
  • Hadi tutalım mal kayboldu gitti, meyil nerede? Sel geçip gittiyse geçtiği yer hani?
  • چشم تو گر بد سیاه و جان‌فزا ** گر نماند او جان‌فزا ازرق چرا 1755
  • Gözün evvelce cana canlar katan siyah bir göz idiyse hadi diyelim o güzellik geçti... Fakat neden şimdi gözün gök?
  • کو نشان پاک‌بازی ای ترش ** بوی لاف کژ همی‌آید خمش
  • A ekşi suratlı, temizlik nişanesi nerede? Senden eğri lâfların kokusu gelmekte, sus!
  • صد نشان باشد درون ایثار را ** صد علامت هست نیکوکار را
  • Mal bağışlamanın gönülde yüz türlü nişanesi olur... İyi işin yüzlerce alâmeti görünür!
  • مال در ایثار اگر گردد تلف ** در درون صد زندگی آید خلف
  • Malını dağıtıp bağışlayan kişinin gönlüne o mal yerine yüzlerce dirilik gelir!
  • در زمین حق زراعت کردنی ** تخمهای پاک آنگه دخل نی
  • Allah tarlasına temiz tohumlar ekilsin de sonra temiz mahsul vermesin... İmkânı yok!
  • گر نروید خوشه از روضات هو ** پس چه واسع باشد ارض الله بگو 1760
  • Allah bahçeleri de mahsul vermezse artık Allah yeri geniştir denebilir mi? Söyle!
  • چونک این ارض فنا بی‌ریع نیست ** چون بود ارض الله آن مستوسعیست
  • Bu yokluk yeri bile mahsul vermemezlikte bulunmaz... Artık bundan çok geniş olan Allah yeri nasıl olur da mahsul vermez?