English    Türkçe    فارسی   

4
2885-2934

  • هیچ کاسه گر کند کاسه تمام ** بهر عین کاسه نه بهر طعام 2885
  • Hiçbir kâseci yoktur ki kaseyi ancak kâse olmak için yapsın da içine yemek konmak için yapmasın!
  • هیچ خطاطی نویسد خط به فن ** بهر عین خط نه بهر خواندن
  • Hiçbir hattat yoktur ki özene bezene yazdığı yazıyı yalnız yazısını, yazısının güzelliğini göstermek için yazsın da okumak için yazmasın.
  • نقش ظاهر بهر نقش غایبست ** وان برای غایب دیگر ببست
  • Görünen suret gayp âlemindeki surete delâlet eder, o da başka bir gayp suretinden vücut bulmuştur.
  • تا سوم چارم دهم بر می‌شمر ** این فواید را به مقدار نظر
  • Böylece bunları, görüşünün miktarınca ta üçüncü dördüncü, onuncu surete kadar say dur.
  • هم‌چو بازیهای شطرنج ای پسر ** فایده‌ی هر لعب در تالی نگر
  • Oğul bunla, satrançtaki oyunlara benzer... her oyunun faydasını ondan sonrakinde gör.
  • این نهادند بهر آن لعب نهان ** وان برای آن و آن بهر فلان 2890
  • Bu oyunu, o gizli oyunu oynamak için, onu da diğer bir oyun için... nihayet o oyunu da bir başka oyun için oynarlar.
  • هم‌چنین دیده جهات اندر جهات ** در پی هم تا رسی در برد و مات
  • Gözünü böylece etraftan ileriye çevir de ta karşındakini mat edip oyunu kazanıncaya dek ne oyunlar oynayacaksan hepsini gör.
  • اول از بهر دوم باشد چنان ** که شدن بر پایه‌های نردبان
  • Merdiven basamaklarına çıkmak için önce birincisine, sonra ikincisine basmak lazım.
  • و آن دوم بهر سوم می‌دان تمام ** تا رسی تو پایه پایه تا به بام
  • İkincisi de bil ki üçüncüsüne çıkmak için kurulmuştur... böyle, böyle merdivenin son basamağına çıkar dama varırsın.
  • شهوت خوردن ز بهر آن منی ** آن منی از بهر نسل و روشنی
  • Yemek meni içindir... meni de soy sop üretmek, gönlü gözü aydınlatmak içindir.
  • کندبینش می‌نبیند غیر این ** عقل او بی‌سیر چون نبت زمین 2895
  • Fakat kısa görüşlü adam, ilk işten başka bir şey görmez... aklı yerde yetişen otlara benzer, yere mahkûmdur, gezmez dolaşamaz.
  • نبت را چه خوانده چه ناخوانده ** هست پای او به گل در مانده
  • Otu, ha çağırmışsın,ha çağırmamışsın... ayağı toprağa kakılmış kalmıştır.
  • گر سرش جنبد پیر باد رو ** تو به سر جنبانیش غره مشو
  • Rüzgarın tesiri ile başını sallasa da baş sallanmasına aldanma.
  • آن سرش گوید سمعنا ای صبا ** پای او گوید عصینا خلنا
  • Başı, ey seher yeli, duyduk, peki der ama ayağı isyan ediyoruz bırak bizi der.
  • چون ندارد سیر می‌راند چون عام ** بر توکل می‌نهد چون کور گام
  • Kısa görüşlüde gezip dolaşmayı bilmediğinden aşağılık kişiler gibi sürünüp gider... körler gibi Tanrıya dayanıp adım atar.
  • بر توکل تا چه آید در نبرد ** چون توکل کردن اصحاب نرد 2900
  • Savaşta Tanrıya dayanmaktan ne fayda çıkar ki? Bu tavla oynayan acemilerin Tanrıya dayanmasına benzer.
  • وآن نظرهایی که آن افسرده نیست ** جز رونده و جز درنده‌ی پرده نیست
  • Donup kalmamış olan keskin bakışlarsa, ileriyi delip gider, perdeleri yırtıp görür.
  • آنچ در ده سال خواهد آمدن ** این زمان بیند به چشم خویشتن
  • Bu bakışa sahip olanlar, on yıl sonra olacak şeyi şimdicik, hem de gözleri ile görürler.
  • هم‌چنین هر کس به اندازه‌ی نظر ** غیب و مستقبل ببیند خیر وشر
  • Böylece herkes bakışı ve görüşü miktarınca gaybı da görür, geleceği de... hayrı da görür şerri de.
  • چونک سد پیش و سد پس نماند ** شد گذاره چشم و لوح غیب خواند
  • Gözün önünde ardında bir hail kalmadı mı bütün dünya dümdüz olur, göz, gayp levhini bile okur.
  • چون نظر پس کرد تا بدو وجود ** ماجرا و آغاز هستی رو نمود 2905
  • Gözünü ardına çevirdi mi varlığın başladığı zamandan itibaren bütün macera ve âlemin yaradılışı gözüne görünür!
  • بحث املاک زمین با کبریا ** در خلیفه کردن بابای ما
  • Yer meleklerinin ululuk ıssı Tanrı ile babamızın halife olması hususunda bahse giriştiklerini duyar görür.
  • چون نظر در پیش افکند او بدید ** آنچ خواهد بود تا محشر پدید
  • Ön tarafa baktı mı mahşere kadar ne olacaksa onların da hepsi gözünün önünde canlanır.
  • پس ز پس می‌بیند او تا اصل اصل ** پیش می‌بیند عیان تا روز فصل
  • Şu halde arkaya bakınca aslın aslına kadar... önüne bakınca kıyamete kadar her şey gözüne apaçık görünür.
  • هر کسی اندازه‌ی روشن‌دلی ** غیب را بیند به قدر صیقلی
  • Herkes gönlünün aydınlığı ve cilâsı nispetinde gaybı görür.
  • هر که صیقل بیش کرد او بیش دید ** بیشتر آمد برو صورت پدید 2910
  • Kim gönlünü daha fazla cilâladı ise daha ziyade görür... ona daha fazla suretler görünür.
  • گر تو گویی کان صفا فضل خداست ** نیز این توفیق صیقل زان عطاست
  • Sen eğer bu arılık Tanrı lûtfu dersen gönlünü arıtmaya muvaffak oluş da onun vergisidir, onun lûtfundandır.
  • قدر همت باشد آن جهد و دعا ** لیس للانسان الا ما سعی
  • O çalışma da o dua da himmet miktarıncadır... “İnsan, ancak çalıştığını elde eder!”
  • واهب همت خداوندست و بس ** همت شاهی ندارد هیچ خس
  • Himmeti veren ancak Tanrıdır... hiçbir saman çöpü, padişahın himmetine sahip değildir.
  • نیست تخصیص خدا کس را به کار ** مانع طوع و مراد و اختیار
  • Tanrının bir adamı bir işe ayırması, bir işe koşması, dileği, isteği, ihtiyar ve iradeyi men etmek değildir ki!
  • لیک چون رنجی دهد بدبخت را ** او گریزاند به کفران رخت را 2915
  • Fakat talihsize bir zahmet erdi mi o pılısını pırtısını toplar, küfür ve isyan semtine çeker.
  • نیکبختی را چو حق رنجی دهد ** رخت را نزدیکتر وا می‌نهد
  • Talihli birisine bir zahmet verdi mi o, pılısını pırtısını daha yakına çeker getirir.
  • بددلان از بیم جان در کارزار ** کرده اسباب هزیمت اختیار
  • Kötü yürekliler, korkularından savaşta kaçma sebeplerini ele alırlar, onlara yapışırlar.
  • پردلان در جنگ هم از بیم جان ** حمله کرده سوی صف دشمنان
  • Cesur erlerse yine can korkusundan düşman saflarına hücum ederler.
  • رستمان را ترس و غم وا پیش برد ** هم ز ترس آن بددل اندر خویش مرد
  • Korku ve tasa Rüstem’leri ileri götürür... o kötü yürekli korkaksa korkusundan olduğu yerde ölür gider.
  • چون محک آمد بلا و بیم جان ** زان پدید آید شجاع از هر جبان 2920
  • Belâ ve can korkusu mihenktir... onun içindir yiğitler, tehlike anında korkaklardan ayırt edilirler.
  • وحی کردن حق به موسی علیه‌السلام کی ای موسی من کی خالقم تعالی ترا دوست می‌دارم
  • Tanrı’nın Musa Aleyhisselâm’a”Ey Musa,ben yaratıcı Tanrı,seni seviyorum”diye vahyetmesi
  • گفت موسی را به وحی دل خدا ** کای گزیده دوست می‌دارم ترا
  • Tanrı Musa’nın gönlüne vahyetti: “Ey seçilmiş kişi ben seni seviyorum.”
  • گفت چه خصلت بود ای ذوالکرم ** موجب آن تا من آن افزون کنم
  • Musa ey kerem sahibi dedi: sebebini söyle de neyse onu arttırayım.
  • گفت چون طفلی به پیش والده ** وقت قهرش دست هم در وی زده
  • Tanrı dedi ki: Çocuk,anası kendisine kızsa bile yine anasına sarılır!
  • خود نداند که جز او دیار هست ** هم ازو مخمور هم از اوست مست
  • Ondan başka birisinin varlığını bile bilmez... ondan mahmurdur, ondan sarhoş.
  • مادرش گر سیلیی بر وی زند ** هم به مادر آید و بر وی تند 2925
  • Anası ona bir sille indirse yine anasına gelir, ona sokulur.
  • از کسی یاری نخواهد غیر او ** اوست جمله شر او و خیر او
  • Ondan başka kimseden yardım istemez... bütün şerri de odur, bütün hayrı da o.
  • خاطر تو هم ز ما در خیر و شر ** التفاتش نیست جاهای دگر
  • Senin hatırında da hayırdan, şerden bizden başka kimse yok... başka yerlere dönüp bakmıyorsun bile!
  • غیر من پیشت چون سنگست و کلوخ ** گر صبی و گر جوان و گر شیوخ
  • Benden başka ne varsa sence taştan, kerpiçten ibaret... ister çocuk olsun, ister genç, ister ihtiyar, hiç kimseye aldırış ettiğin yok.
  • هم‌چنانک ایاک نعبد در حنین ** در بلا از غیر تو لانستعین
  • Namazda “İyyake nâbüdü- yalnız sana taparız” ve belâ vakitlerinde “Senden başkasından yardım istemeyiz” demek de buna benzer.
  • هست این ایاک نعبد حصر را ** در لغت و آن از پی نفی ریا 2930
  • Bu “İyyake nâbüdü” lûgatte hasrdır ve ancak ziyanı gidermeye münhasırdır.
  • هست ایاک نستعین هم بهر حصر ** حصر کرده استعانت را و قصر
  • “İyyake nestaîn” de hasr içindir ve yardım istemeyi yalnız Tanrı’ya hasreder.
  • که عبادت مر ترا آریم و بس ** طمع یاری هم ز تو داریم و بس
  • Yani bu ayetin mânası şudur: Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım isteriz.
  • خشم کردن پادشاه بر ندیم و شفاعت کردن شفیع آن مغضوب علیه را و از پادشاه درخواستن و پادشاه شفاعت او قبول کردن و رنجیدن ندیم از این شفیع کی چرا شفاعت کردی
  • Padişahın nedime kızması,birisinin şefaat ederek bağışlanmasını,dilemesi,padişahın bu şefaati kabulü,nedimin,neden şefaat ettin diye o adama incinmesi
  • پادشاهی بر ندیمی خشم کرد ** خواست تا از وی برآرد دود و گرد
  • Bir padişah, nedimlerinden birine kızdı, onun tozunu dumanına katmak, onu mahvetmek istedi.
  • کرد شه شمشیر بیرون از غلاف ** تا زند بر وی جزای آن خلاف
  • Kılıcını kınından çekti, yaptığı hareketin cezasını verecek, nedimin başını kesecekti.