English    Türkçe    فارسی   

6
3938-3987

  • عقل کو عقل دگر را سخره کرد  ** مهره زو دارد ویست استاد نرد 
  • Bir aklı tesiri altına alan başka bir akıl ondan kudret bulmuştur, tavla üstadı odur.
  • چند سیلی بر سرش زد گفت گیر  ** در کشید از بیم سیلی آن زحیر 
  • Saki, hocanın başına birkaç sille vurdu al deyip şarap kadehini sundu. Zavallı hoca sille korkusundan kadehi alıp içti.
  • مست گشت و شاد و خندان شد چو باغ  ** در ندیمی و مضاحک رفت و لاغ  3940
  • İçince de sarhoş oldu, neşelendi, bağ gibi gülmeye başladı. Nedimliğe alaya latifeye koyuldu.
  • شیرگیر و خوش شد انگشتک بزد  ** سوی مبرز رفت تا میزک کند 
  • Aslanı bile tutacak bir hale geldi. Neşesinden parmacıklarını şakırdatmaya başladı. Sonra su dökmek için ayak yoluna gitti.
  • یک کنیزک بود در مبرز چو ماه  ** سخت زیبا و ز قرناقان شاه 
  • Ayak yolunda ay gibi bir halayık vardı. Padişahın cariyelerinden olan bu kız pek güzeldi.
  • چون بدید او را دهانش باز ماند  ** عقل رفت و تن ستم‌پرداز ماند 
  • Onu görünce ağzı açık kaldı. Aklı gitti, halayığa saldırmaya kalkıştı.
  • عمرها بوده عزب مشتاق و مست  ** بر کنیزک در زمان در زد دو دست 
  • Ömrünce bekardı iştiyak halindeydi. Şimdi bir de sarhoş olmuştu. Hemen halayığa el attı.
  • بس طپید آن دختر و نعره فراشت  ** بر نیامد با وی و سودی نداشت  3945
  • Halayık çırpınmaya başladı, narayı attı. Fakat hiçbir çaresi olmadı.
  • زن به دست مرد در وقت لقا  ** چون خمیر آمد به دست نانبا 
  • Kadın buluşma zamanında erkeğin elinde ekmekçinin elindeki hamura döner.
  • بسرشد گاهیش نرم و گه درشت  ** زو بر آرد چاق چاقی زیر مشت 
  • Onu gah yumuşaklıkla gah sert bir halde yoğurur durur, elinin altında ondan çak, çak diye sesler çıkar.
  • گاه پهنش واکشد بر تخته‌ای  ** درهمش آرد گهی یک لخته‌ای 
  • Gah onu uzatır, tahta üstünde yassı bir hale getirir. Gah bir araya toplar.
  • گاه در وی ریزد آب و گه نمک  ** از تنور و آتشش سازد محک 
  • Gah su döker, gah tuz eker. Gah tandıra yayar, ateşle onu mehenge vurur.
  • این چنین پیچند مطلوب و طلوب  ** اندرین لعبند مغلوب و غلوب  3950
  • İstekli ve istenen, bu çeşit dürülüp bükülür, Alt olan ve üst gelen, bu oyundadır işte.
  • این لعب تنها نه شو را با زنست  ** هر عشیق و عاشقی را این فنست 
  • Bu oyun yalnız kocayla karı arasında olmaz. Her aşıkla her sevgili de bu oyunu oynar.
  • از قدیم و حادث و عین و عرض  ** پیچشی چون ویس و رامین مفترض 
  • Evveli olmayanla sonradan olanın, varlıkla var olup suret kabul edenin Vise ve Ramin gibi bükülüp ezilmesi farzdır.
  • لیک لعب هر یکی رنگی دگر  ** پیچش هر یک ز فرهنگی دگر 
  • Fakat her birinin oyunu başka bir çeşittir. Her birinin ezilip büzülmesi başka bir hünerdendir.
  • شوی و زن را گفته شد بهر مثال  ** که مکن ای شوی زن را بد گسیل 
  • Kocayla karıyı ey koca karını kötü tutma, hoş tut demek için örnek olarak söyledim.
  • آن شب گردک نه ینگا دست او  ** خوش امانت داد اندر دست تو  3955
  • Gerdek gecesi yenge onun elini tutup hoş bir emanet olarak senin eline vermedi mi?
  • کانچ با او تو کنی ای معتمد  ** از بد و نیکی خدا با تو کند 
  • Ey güvenilir kişi sen iyi kötü ne yaparsan Tanrı da sana onu yapar.
  • حاصل این‌جا این فقیه از بی‌خودی  ** نه عفیفی ماندش و نه زاهدی 
  • Hasılı, o hoca ayakyolunda sarhoşluktan halayığa saldırdı. Ne namusu kaldı, ne zahitliği!
  • آن فقیه افتاد بر آن حورزاد  ** آتش او اندر آن پنبه فتاد 
  • O huriden doğmuş güzelin üstüne atıldı. Ateşi o pamuğa düştü.
  • جان به جان پیوست و قالب‌ها چخید  ** چون دو مرغ سربریده می‌طپید 
  • Can, cana ulaştı bedenler dürülüp bükülmeye başladı. İkisi de başları kesilmiş iki kuş gibi çırpınıyorlardı.
  • چه سقایه چه ملک چه ارسلان  ** چه حیا چه دین چه بیم و خوف جان  3960
  • Hocanın gönlünde ne şarap meclisi, ne padişah, ne aslan, ne haya, ne din, ne ürkeklik, ne de can korkusu kaldı.
  • چشمشان افتاده اندر عین و غین  ** نه حسن پیداست این‌جا نه حسین 
  • Gözü kızdı, bir şey görmez oldu. Burada zaten ne Hasan görünür göze, ne Hüseyin!
  • شد دراز و کو طریق بازگشت  ** انتظار شاه هم از حد گذشت 
  • Hocanın meclise dönmesi gecikti. Padişahın bekleyişi de haddi aştı.
  • شاه آمد تا ببیند واقعه  ** دید آن‌جا زلزله‌ی القارعه 
  • Ne oluyor bir göreyim diye gitti. Oradaki kıyamet alametini gördü.
  • آن فقیه از بیم برجست و برفت  ** سوی مجلس جام را بربود تفت 
  • Hoca, korkusundan hemen sıçrayıp meclise gitti, ateş gibi derhal şarap kadehini kaptı.
  • شه چون دوزخ پر شرار و پر نکال  ** تشنه‌ی خون دو جفت بدفعال  3965
  • Padişah cehennem gibi kızmış gazaba gelmişti. O kötü işi işleyen hocanın da, kızın da kanına susamıştı.
  • چون فقیهش دید رخ پر خشم و قهر  ** تلخ و خونی گشته هم‌چون جام زهر 
  • Fakih padişahı hiddetli, gazaplı görünce kötü bir hale düştü, zehir kadehi gibi acı ve kanlı bir hale geldi.
  • بانگ زد بر ساقیش که ای گرم‌دار  ** چه نشستی خیره ده در طبعش آر 
  • Sakiye, yahu acele et dedi, neye öyle sersem, sersem oturuyorsun? Çabuk padişahı neşelendir.
  • خنده آمد شاه را گفت ای کیا  ** آمدم با طبع آن دختر ترا 
  • Padişah gülümsedi, ey ulu er dedi, hoşlandım, o kız senin olsun!
  • پادشاهم کار من عدلست و داد  ** زان خورم که یار را جودم بداد 
  • Ben padişahım, benim işim adalettir, lütuftur. Ne yersem cömertliğim, sevgiliyi de onu verir.
  • آنچ آن را من ننوشم هم‌چو نوش  ** کی دهم در خورد یار و خویش و توش  3970
  • Tatlı, tatlı içemediğim şeyi nasıl olur da sevgiliye verir, ona azık olarak sunarım?
  • زان خورانم من غلامان را که من  ** می‌خورم بر خوان خاص خویشتن 
  • Ben kendi hususi soframda ne yersem kullarıma da onu yediririm.
  • زان خورانم بندگان را از طعام  ** که خورم من خود ز پخته یا ز خام 
  • Pişmiş olsun, ham olsun… Ne yemek yersem kölelerime onu yedirir, onları o yemekle beslerim.
  • من چو پوشم از خز و اطلس لباس  ** زان بپوشانم حشم را نه پلاس 
  • Kürkten, atlastan ne giyersem kölelerime de onu giydiririm, onlara köhne elbiseler giydirmem.
  • شرم دارم از نبی ذو فنون  ** البسوهم گفت مما تلبسون 
  • Hüner sahibi Peygamberden utanırım. O “ Hizmetçinize siz ne giyiyorsanız onu giydirin” dedi.
  • مصطفی کرد این وصیت با بنون  ** اطعموا الاذناب مما تاکلون  3975
  • Mustafa, evladı olan ümmetine “ Elinizin altındakilere yediğiniz şeyden yedirin” diye vasiyette bulundu.
  • دیگران را بس به طبع آورده‌ای  ** در صبوری چست و راغب کرده‌ای 
  • Başkalarını hoş bir hale getirdin, sabırla çevikleştirdin, sabra teşvik ettin.
  • هم به طبع‌آور بمردی خویش را  ** پیشوا کن عقل صبراندیش را 
  • Şimdi erlik göster de kendini de hoş bir hale getir. Sabır düşüncesine dalan aklını kendine kılavuz et.
  • چون قلاووزی صبرت پر شود  ** جان به اوج عرش و کرسی بر شود 
  • Sabır kılavuzu, sana kanat olursa canın arş ve kürsünün ta yücesine çıkar.
  • مصطفی بین که چو صبرش شد براق  ** بر کشانیدش به بالای طباق 
  • Mustafa’ya bak, sabrı Burak edindi de bu Burak, onu göklere çekti, çıkardı.
  • روان گشتن شاه‌زادگان بعد از تمام بحث و ماجرا به جانب ولایت چین سوی معشوق و مقصود تا به قدر امکان به مقصود نزدیک‌تر باشند اگر چه راه وصل مسدودست به قدر امکان نزدیک‌تر شدن محمودست الی آخره 
  • Şehzadelerin bu bahisten, bu maceradan sonra sevgililerine ve maksatlarına mümkün olduğu kadar yaklaşmak için Çin iline gitmeleri. Buluşma yolu kapalı olsa bile mümkün olduğu kadar maksada yaklaşmak, iyi bir şeydir.
  • این بگفتند و روان گشتند زود  ** هر چه بود ای یار من آن لحظه بود  3980
  • Bu sözleri söyleyip derhal yürüdüler. İşte dostum ne olduysa da o vakit odu.
  • صبر بگزیدند و صدیقین شدند  ** بعد از آن سوی بلاد چین شدند 
  • Sabrı seçtiler, doğrulardan oldular. Ondan sonra Çin şehirlerine doğru yürüdüler.
  • والدین و ملک را بگذاشتند  ** راه معشوق نهان بر داشتند 
  • Analarını, babalarını bıraktılar, ülkelerini terk ettiler. O gizli sevgilinin yolunu tuttular.
  • هم‌چو ابراهیم ادهم از سریر  ** عشقشان بی‌پا و سر کرد و فقیر 
  • İbrahim Edhem gibi aşk, onları tahtlarından etti. Elsiz ayaksız ve yoksul bir hale düştüler.
  • یا چو ابراهیم مرسل سرخوشی  ** خویش را افکند اندر آتشی 
  • Yahut sanki bir sarhoş, İbrahim Peygamber gibi kendisine ateşe attı.
  • یا چو اسمعیل صبار مجید  ** پیش عشق و خنجرش حلقی کشید  3985
  • Yahut da ulu Tanrı’nın sabırlı kulu İsmail kendilerini aşka kurban ettiler, onun hançerine boyun verdiler.
  • حکایت امرء القیس کی پادشاه عرب بود و به صورت عظیم به جمال بود یوسف وقت خود بود و زنان عرب چون زلیخا مرده‌ی او و او شاعر طبع قفا نبک من ذکری حبیب و منزل چون همه زنان او را به جان می‌جستند ای عجب غزل او و ناله‌ی او بهر چه بود مگر دانست کی این‌ها همه تمثال صورتی‌اند کی بر تخته‌های خاک نقش کرده‌اند عاقبت این امرء القیس را حالی پیدا شد کی نیم‌شب از ملک و فرزند گریخت و خود را در دلقی پنهان کرد و از آن اقلیم به اقلیم دیگر رفت در طلب آن کس کی از اقلیم منزه است یختص برحمته من یشاء الی آخره 
  • (BASLIK YOK)
  • امرء القیس از ممالک خشک‌لب  ** هم کشیدش عشق از خطه‌ی عرب 
  • Aşk İmriülkays’ı dudakları kurumuş susuz bir halde Arap ülkesinden çekti.
  • تا بیامد خشت می‌زد در تبوک  ** با ملک گفتند شاهی از ملوک 
  • Nihayet Tebük’e geldi, orada kerpiç ameleliği yaptı.