English    Türkçe    فارسی   

2
930-954

  • Şakik, o ulu yolun meşakkati yüzünden güneş gibi aydınlatıcı bir reye, her şeyi gören bir göze erişti. 930
  • و آن شقیق از شق آن راه شگرف ** گشت او خورشید رای و تیز طرف‏
  • Daha nice yüz bin gizli Padişahlar var ki o nur âleminde yüceliğe sahiptirler, makamları vardır.
  • صد هزاران پادشاهان نهان ** سر فرازانند ز آن سوی جهان‏
  • Allah, her yoksul, onların adlarını anmasın diye gayretinden adlarını gizledi.
  • نامشان از رشک حق پنهان بماند ** هر گدایی نامشان را بر نخواند
  • O nura ve denizde balıklar gibi yaşayan nuranilere ant olsun…
  • حق آن نور و حق نورانیان ** کاندر آن بحرند همچون ماهیان‏
  • O nura ve o denizi, denizin canı desem de lâyık değil. O âleme yeni bir ad aramaktayım.
  • بحر جان و جان بحر ار گویمش ** نیست لایق نام نو می‏جویمش‏
  • O Allah’a ant olsun ki bu da ondandır, o da ondan. İçler, hakikatler, ona nispetle kabuktur, zahirdir. 935
  • حق آن آنی که این و آن از اوست ** مغزها نسبت بدو باشد چو پوست‏
  • Ant olsun o Allah’a ki kapı yoldaşım ve dostum, bu benim sözlerimden yüz kat daha üstündür.
  • که صفات خواجه‏تاش و یار من ** هست صد چندان که این گفتار من‏
  • Arkadaşımın evsafından bildiklerimi söyledim, fakat ey kerem sahibi inanmıyorsun; ne diyeyim?”
  • آن چه می‏دانم ز وصف آن ندیم ** باورت ناید چه گویم ای کریم‏
  • Padişah dedi ki: “Şimdi artık kendi halinden bahset. Ne vakte dek şunun, bunun halini anlatacaksın?
  • شاه گفت اکنون از آن خود بگو ** چند گویی آن این و آن او
  • Söyle bakalım, senin neyin var, ne elde ettin, deniz dibinden ne inciler getirdin?
  • تو چه داری و چه حاصل کرده‏ای ** از تگ دریا چه در آورده‏ای‏
  • Ölüm günü, bu duygun kalmaz. Can nurun var mı ki gönlüne yâr olsun? 940
  • روز مرگ این حس تو باطل شود ** نور جان داری که یار دل شود
  • Mezarda bu göze toprak dolar. Mezarı aydınlatacak nurun var mı?
  • در لحد کاین چشم را خاک آگند ** هستت آن چه گور را روشن کند
  • Bu elin, ayağın gidince canının uçması için kolun kanadın var mı?
  • آن زمان که دست و پایت بر درد ** پر و بالت هست تا جان بر پرد
  • Bu hayvani can kalmayınca yerine koymak için baki bir cana sahip misin?
  • آن زمان کاین جان حیوانی نماند ** جان باقی بایدت بر جا نشاند
  • Şart, iyilik etmek değil, iyilikle gelmek, bu iyiliği Allah’a götürmektir.
  • شرط من جا بالحسن نه کردن است ** این حسن را سوی حضرت بردن است‏
  • İnsanlıktan mı bir cevhere sahipsin, eşeklikten mi? Bu ârazlar yok olunca nasıl götüreceksin ki? 945
  • جوهری داری ز انسان یا خری ** این عرضها که فنا شد چون بری‏
  • Bu namaz ve oruç arazlarını Allah’a nasıl ileteceksin ki? Çünkü araz, iki zaman zarfında baki kalmaz, yok olup gider, bir anlıktır.
  • این عرضهای نماز و روزه را ** چون که لا یبقی زمانین انتفی‏
  • Arazları götürmeye imkân yoktur. Fakat cevherden hastalıkları giderirler.
  • نقل نتوان کرد مر اعراض را ** لیک از جوهر برند امراض را
  • Bu suretle de cevher, bu hastalık arazlarından kurtulur, değişir. Perhiz yüzünden hastalığın geçmesi gibi.
  • تا مبدل گشت جوهر زین عرض ** چون ز پرهیزی که زایل شد مرض‏
  • Perhiz arazı, çalışmalarıyla cevher olur; acı ağız perhizle tatlılaşır.
  • گشت پرهیز عرض جوهر به جهد ** شد دهان تلخ از پرهیز شهد
  • Ziraatla topraklar ekinle, başakla dolar. Saç ilacı, örgü, örgü saç bitirir. 950
  • از زراعت خاکها شد سنبله ** داروی مو کرد مو را سلسله‏
  • Kadını nikâhlamak arazdı, mahvolup gitti. Fakat o arazdan bize evlât cevheri meydana geldi.
  • آن نکاح زن عرض بد شد فنا ** جوهر فرزند حاصل شد ز ما
  • Atı, deveyi çiftleştirmek arazdır. Bundan maksat da yavru cevherini elde etmek.
  • جفت کردن اسب و اشتر را عرض ** جوهر کره بزاییدن غرض‏
  • Bostan ekmek arazdır, Bostanda biten mahsul cevheridir. Zaten maksat da budur.
  • هست آن بستان نشاندن هم عرض ** گشت جوهر کشت بستان نک غرض‏
  • Kimya ile uğraşmayı da araz bil, eğer o kimyadan bir cevher elde ettiysen onu getir.
  • هم عرض دان کیمیا بردن بکار ** جوهری ز آن کیمیا گر شد بیار