English    Türkçe    فارسی   

3
1015-1039

  • Rüzgâr, Süleyman’ı yüklenir, taşır; deniz Musa ile konuşur. 1015
  • باد حمال سلیمانی شود ** بحر با موسی سخن‌دانی شود
  • Ay, Ahmet’in işaretini emrini anlar, fermanına uyar; ateş, İbrahim’e ağustos gülü olur…
  • ماه با احمد اشارت‌بین شود ** نار ابراهیم را نسرین شود
  • Toprak, Karun’u yılan gibi sömürür, yutar; Hannâne direği akla, fikre sahip olur...
  • خاک قارون را چو ماری در کشد ** استن حنانه آید در رشد
  • Taş, Ahmet’e selâm verir; Dağ Yahya’ya haber yollar…
  • سنگ بر احمد سلامی می‌کند ** کوه یحیی را پیامی می‌کند
  • Hepsi de bunlara “ Biz size karşı duyar, görürüz… sizinle hoşuz, neşeliyiz. Fakat namahremlere karşı susup durmaktayız” derler.
  • ما سمعیعیم و بصیریم و خوشیم ** با شما نامحرمان ما خامشیم
  • Ama siz bir cemada gidiyor, ona yöneliyorsunuz. Artık cematların canına, sırrına nasıl mahrem olursunuz ki? 1020
  • چون شما سوی جمادی می‌روید ** محرم جان جمادان چون شوید
  • Cematlardan can âlemine gidin de âlemin cüzülerinin ahengini duyun!
  • از جمادی عالم جانها روید ** غلغل اجزای عالم بشنوید
  • O vakit cansız şeylerin tespihlerini apaçık duyarsın da tevil vesveselerine kapılmazsın.
  • فاش تسبیح جمادات آیدت ** وسوسه‌ی تاویلها نربایدت
  • Can âleminde kandiller yok da görmek için tevillere yapışıyorsun.
  • چون ندارد جان تو قندیلها ** بهر بینش کرده‌ای تاویلها
  • “Tespihten maksat, nasıl olur da zahirî tespih olur? Bu tespihte bulunan bu cansız şeyleri görmek de sapıklıktan başka bir şey değil.
  • که غرض تسبیح ظاهر کی بود ** دعوی دیدن خیال غی بود
  • Doğrusu şu: onları gören, ibret alır da Allah’ı tespih eder. 1025
  • بلک مر بیننده را دیدار آن ** وقت عبرت می‌کند تسبیح‌خوان
  • Sana Allah’ı tespih etmeyi hatırlıyor ya… İşte bu tespihe delil olmaları, onları tespih etmesi demektir” dersin.
  • پس چو از تسبیح یادت می‌دهد ** آن دلالت همچو گفتن می‌بود
  • İtizal ehlinin tevili budur işte. Hal nuruna sahip olmayan kişinin işi budur.
  • این بود تاویل اهل اعتزال ** و آن آنکس کو ندارد نور حال
  • İnsan, duygudan çıkmadı mı gayb âlemine tamamıyla yabancıdır.
  • چون ز حس بیرون نیامد آدمی ** باشد از تصویر غیبی اعجمی
  • Bu sözün sonu gelmez… Yılancı, o yılanı yüzlerce zahmetle çeke çeke,
  • این سخن پایان ندارد مارگیر ** می‌کشید آن مار را با صد زحیر
  • Bağdat’a kadar geldi. o maceracı adam, çarşıda bir hengâmedir koparmak için, 1030
  • تا به بغداد آمد آن هنگامه‌جو ** تا نهد هنگامه‌ای بر چارسو
  • Yılanı Şat kıyısına koydu. Bağdat şehrinde bir gürültüdür koptu,
  • بر لب شط مرد هنگامه نهاد ** غلغله در شهر بغداد اوفتاد
  • “Bir yılancı ejderha getirmiş, acayip görülmemiş mefret bir şey. Nasıl da avlamış?” diye,
  • مارگیری اژدها آورده است ** بوالعجب نادر شکاری کرده است
  • Yüz binlerce ahmak adam toplandı, ahmaklıklarından onlar da yılancı gibi yılana avlandılar.
  • جمع آمد صد هزاران خام‌ریش ** صید او گشته چو او از ابلهیش
  • Onlar, yılanı görmek için bekleşiyorlardı. O da etraftaki halk tamamıyla toplansın diye bekliyordu.
  • منتظر ایشان و هم او منتظر ** تا که جمع آیند خلق منتشر
  • Halk, iyice toplansın da elime geçecek para çok olsun diyordu. 1035
  • مردم هنگامه افزون‌تر شود ** کدیه و توزیع نیکوتر رود
  • Yüz binlerce herzevekil toplandı, halka oldular. Bir ayak, bin ayaküstüne geldi!
  • جمع آمد صد هزاران ژاژخا ** حلقه کرده پشت پا بر پشت پا
  • Kalabalıktan erkeğin kadından haberi yoktu. Halkla ileri gelenler birbirlerine girmiş âdeta kıyametten bir alâmet olmuştu.
  • مرد را از زن خبر نه ز ازدحام ** رفته درهم چون قیامت خاص و عام
  • Yılancı, yılanın üstündeki kilimi kımıldattıkça halk, parmaklarının ucuna basıp boyunlarını uzatıyordu.
  • چون همی حراقه جنبانید او ** می‌کشیدند اهل هنگامه گلو
  • Ejderha, zemheriden donmuştu. Yüzlerce kilimin, kebenin altındaydı.
  • و اژدها کز زمهریر افسرده بود ** زیر صد گونه پلاس و پرده بود