English    Türkçe    فارسی   

3
2697-2721

  • Hatta yepyeni ve söylenmemiş bir nükte duyduğunu farz et, yarın ona da doyar, ondan da nefret edersin.
  • چیز دیگر تازه و نو گفته گیر ** باز فردا زان شوی سیر و نفیر
  • Sen sendeki illeti gider… İllet geçti mi, sence her eskimiş, söylenmiş söz, yeni olur.
  • دفع علت کن چو علت خو شود ** هرحدیثی کهنه پیشت نو شود
  • O eski söz, yepyeni dallar, budaklar verir, yüzlerce meyve hevenkleri bitirir, yetiştirir!
  • تا که از کهنه برآرد برگ نو ** بشکفاند کهنه صد خوشه ز گو
  • Biz böyle hekimleriz, öyle Allah şakirtleriyiz ki bahrimuhit bile bizi gördü de yarıldı. 2700
  • ما طبیبانیم شاگردان حق ** بحر قلزم دید ما را فانفلق
  • Biz başkayız; insanın hastalığını, nabzına bakarak anlayan hekimler başka!
  • آن طبیبان طبیعت دیگرند ** که به دل از راه نبضی بنگرند
  • Biz gönle vasıtasız bakarız, bizim görüşümüz, anlayışımız yüzünden pek yücedir.
  • ما به دل بی واسطه خوش بنگریم ** کز فراست ما به عالی منظریم
  • Onlar, insanı gıdalarla, meyvelerle doyuran kuvvetlendiren doktorlardır… hayvanî can, onların tedavisiyle kuvvet bulur, yaşar.
  • آن طبیبان غذااند و ثمار ** جان حیوانی بدیشان استوار
  • Bizse iş ve söz doktorlarıyız. Bize ululuk nurunun ışığı ilham vermektedir.
  • ما طبیبان فعالیم و مقال ** ملهم ما پرتو نور جلال
  • Meselâ bu çeşit bir iş sana faydalıdır, öbürünün yolunu keser. 2705
  • کین چنین فعلی ترا نافع بود ** و آنچنان فعلی ز ره قاطع بود
  • Bu çeşit bir söz sana faydalıdır, başka çeşit bir sözse seni yaralar!
  • اینچنین قولی ترا پیش آورد ** و آنچنان قولی ترا نیش آورد
  • O doktorlar, hastanın sidiğine bakar, hastalığını öyle anlar… Bizim delilimizse ulu Allah’ın vahyidir, hastalığı vahiyle anlarız.
  • آن طبیبان را بود بولی دلیل ** وین دلیل ما بود وحی جلیل
  • Kimseden ücret istemeyiz, ücretimiz, noksanlardan ari olan Allah’tan gelir.
  • دست‌مزدی می نخواهیم از کسی ** دست‌مزد ما رسد از حق بسی
  • İlleti unulmaz hastalara sâlâ, ilâcımız, hastalara birebirdir.
  • هین صلا بیماری ناسور را ** داروی ما یک بیک رنجور را
  • Peygamberlerden mucize istemeleri
  • معجزه خواستن قوم از پیغامبران
  • Sebâlılar, “Ey dâvaya girişenler, doktorluğu bildiğinize, bize fayda vereceğinize deliliniz nerede, 2710
  • قوم گفتند ای گروه مدعی ** کو گواه علم طب و نافعی
  • Siz de bizim gibi uyku uyumakta, siz de bizim gibi yemek yemektesiniz. Köylerde, şehirlerde bizim gibi oturup duruyorsunuz.
  • چون شما بسته همین خواب و خورید ** همچو ما باشید در ده می‌چرید
  • Bu su, toprak tuzağındayken nasıl olur da gönül simurgunu avlayabilirsiniz?
  • چون شما در دام این آب و گلید ** کی شما صیاد سیمرغ دلید
  • Fakat mevki ve reislik sevdası, sizi peygamberlik dâvasına salmış, bu yüzden kendinizi peygamber sanıyorsunuz.
  • حب جاه و سروری دارد بر آن ** که شمارد خویش از پیغامبران
  • Bu çeşit lâflara, bu çeşit yalanlara kulak bile asmak istemeyiz, ayran kâsesine düşmek dilemeyiz.” dediler.
  • ما نخواهیم این چنین لاف و دروغ ** کردن اندر گوش و افتادن بدوغ
  • Peygamberler dediler ki: “Bu da o illetten, körlüğünüzden, söylediğimiz sözlerin hakikatini göremiyorsunuz. 2715
  • انبیا گفتند کین زان علتست ** مایه‌ی کوری حجاب ریتست
  • Dâvamızı duyuruyorsunuz da elimizdeki mücevheri görmüyorsunuz.
  • دعوی ما را شنیدیت و شما ** می‌نبینید این گهر در دست ما
  • Elimizdeki bu mücevher, halka bir imtihandır. Onu gözlerin önünde dolandırıp durmaktayız.
  • امتحانست این گهر مر خلق را ** ماش گردانیم گرد چشمها
  • Kim, nerede mücevher, derse bu sözü, körlüğüne, mücevherleri görmediğine şahittir.
  • هر که گوید کو گوا گفتش گواست ** کو نمی‌بیند گهر حبس عماست
  • Güneş söze gelse de “Kalk, gündüz oldu, yatıp durma.”
  • آفتابی در سخن آمد که خیز ** که بر آمد روز بر جه کم ستیز
  • Dese, sen de, “A güneş, şahidin nerede?” desen güneş “Kör herif, Allah’tan kendine göz iste! 2720
  • تو بگویی آفتابا کو گواه ** گویدت ای کور از حق دیده خواه
  • Apaydın gündüz vakti birisi mum arasa onun bu araması körlüğüne tam bir delildir.
  • روز روشن هر که او جوید چراغ ** عین جستن کوریش دارد بلاغ