English    Türkçe    فارسی   

4
940-964

  • Gökten gelen o sesleri duyunca çocuğu oraya bıraktım... 940
  • من چو آن الحان شنیدم از هوا ** طفل را بنهادم آنجا زان صدا
  • Bu sözleri kim söylüyor, göreyim dedim... Çünkü pek lâtif, pek güzel bir sesti o.
  • تا ببینم این ندا آواز کیست ** که ندایی بس لطیف و بس شهیست
  • Ne etrafımda kimseyi gördüm, ne de bir an o ses kesildi.
  • نه از کسی دیدم بگرد خود نشان ** نه ندا می منقطع شد یک زمان
  • Şaşırıp kaldım, şaşkınlıkla şuraya buraya giderken bir de baktım ki çocuk, koyduğum yerde yok... Eyvahlar olsun, yazık oldu bana!”
  • چونک واگشتم ز حیرتهای دل ** طفل را آنجا ندیدم وای دل
  • İhtiyar, “Meraklanma, kederlenme... Ben sana bir padişah göstereyim.
  • گفتش ای فرزند تو انده مدار ** که نمایم مر ترا یک شهریار
  • O sana çocuğun ne olduğunu, nereye gittiğini, nerede bulunduğunu söyler” dedi. 945
  • که بگوید گر بخواهد حال طفل ** او بداند منزل و ترحال طفل
  • Halime, canım feda olsun sana ey güzel yüzlü, tatlı sözlü ihtiyar!
  • پس حلیمه گفت ای جانم فدا ** مر ترا ای شیخ خوب خوش‌ندا
  • Hadi, hemen bana o yüce bakışlı padişahı göster de çocuğun halinden haber alayım, dedi.
  • هین مرا بنمای آن شاه نظر ** کش بود از حال طفل من خبر
  • İhtiyar, Halime’yi Uzza’nın yanına götürdü... Dedi ki: “Bu put, kayıpları haber vermede tecrübe edilmiştir.
  • برد او را پیش عزی کین صنم ** هست در اخبار غیبی مغتنم
  • Biz, ona tapı kılarak vardık mı binlerce kaybımızı bulmuştur.”
  • ما هزاران گم شده زو یافتیم ** چون به خدمت سوی او بشتافتیم
  • İhtiyar, puta secde edip derhal “Ey Arabın velinimeti, ey cömertlik denizi! 950
  • پیر کرد او را سجود و گفت زود ** ای خداوند عرب ای بحر جود
  • Ey uzza! Sen bize nice lütuflarda bulundun da biz tuzaklardan kurtulduk.
  • گفت ای عزی تو بس اکرامها ** کرده‌ای تا رسته‌ایم از دامها
  • Lütufların yüzünden Arap’ta hakkın var... Arab’ın sana ram olması farz olmuştur.
  • بر عرب حقست از اکرام تو ** فرض گشته تا عرب شد رام تو
  • Sad kabilesinden olan Halime, derdine derman olacağını umarak senin gölgene gelip sığındı.
  • این حلیمه‌ی سعدی از اومید تو ** آمد اندر ظل شاخ بید تو
  • Onun bir küçük çocuğu kaybolmuş... Adı Muhammed’miş!” dedi.
  • که ازو فرزند طفلی گم شدست ** نام آن کودک محمد آمدست
  • Arap, Muhammed der demez derhal bütün putlar yere kapandılar, secde ettiler. 955
  • چون محمد گفت آن جمله بتان ** سرنگون گشت و ساجد آن زمان
  • “A ihtiyar, Muhammed’i ne çeşit arayış bu? Biz onun yüzünden işten kalacak, hor hakir olacağız!
  • که برو ای پیر این چه جست و جوست ** آن محمد را که عزل ما ازوست
  • Biz onun yüzünden yüz üstü düşeceğiz, taşlanacağız... Onun yüzünden kârımıza kesat gelecek, ayarımız mahvolacak!
  • ما نگون و سنگسار آییم ازو ** ما کساد و بی‌عیار آییم ازو
  • Fetret zamanında hevâ ve heves ehlinin arada bir bizden gördükleri o hayaller,
  • آن خیالاتی که دیدندی ز ما ** وقت فترت گاه گاه اهل هوا
  • Onun devri gelince yok olacak... Su görününce teyemmümün hükmü kalmayacak!
  • گم شود چون بارگاه او رسید ** آب آمد مر تیمم را درید
  • A ihtiyar, uzaklaş bizden sınama ateşini alevlendirme; Ahmed’in kıskançlığıyla bizi yakma! 960
  • دور شو ای پیر فتنه کم فروز ** هین ز رشک احمدی ما را مسوز
  • Allah aşkına uzaklaş ey ihtiyar... Uzaklaş da takdir ateşi, seni de bizimle beraber yakmasın!
  • دور شو بهر خدا ای پیر تو ** تا نسوزی ز آتش تقدیر تو
  • Biliyor musun ki bu, âdeta ejderhanın kuyruğunu sıkmaktır... hiç biliyor musun, bu ne çeşit haber getiriştir?
  • این چه دم اژدها افشردنست ** هیچ دانی چه خبر آوردنست
  • Bu haberden denizin de yüreği coşar, madenin de... Bu haberden yedi kat gök bile tir tir titrer!” dediler.
  • زین خبر جوشد دل دریا و کان ** زین خبر لرزان شود هفت آسمان
  • O güngörmüş, yaş yaşamış ihtiyar, taşlardan bu sözleri duyunca sopasını yere attı.
  • چون شنید از سنگها پیر این سخن ** پس عصا انداخت آن پیر کهن