English    Türkçe    فارسی   

6
1924-1948

  • O yazılı kâğıt, çabucak gözüne ilişti, Hâtif’in söylediği âlametlerin hepside o kâğıtta vardı.
  • پیش چشمش آمد آن مکتوب زود  ** با علاماتی که هاتف گفته بود 
  • Kâğıdı koltuğuna koyup hayırlı pazarlar olsun usta, ben gidiyorum artık, dedi. 1925
  • در بغل زد گفت خواجه خیر باد  ** این زمان وا می‌رسم ای اوستاد 
  • Tenha bir bucağa çekildi, kâğıdı okudu. Âdeta şaşırdı kaldı.
  • رفت کنج خلوتی و آن را بخواند  ** وز تحیر واله و حیران بماند 
  • Bir definenin yerini göstermekte olan böyle bir değer biçilmez kâğıt, meşk kâğıtlarının arasına nasıl girmişti?
  • که بدین سان گنج‌نامه‌ی بی‌بها  ** چون فتاده ماند اندر مشقها 
  • Sonra aklına şu geldi: Her şeyi koruyan, Allahdır.
  • باز اندر خاطرش این فکر جست  ** کز پی هر چیز یزدان حافظست 
  • Koruyucu Allah, nasıl olur da birisinin, abes yere bir şey aşırmasına müsaade eder?
  • کی گذارد حافظ اندر اکتناف  ** که کسی چیزی رباید از گزاف 
  • Ova, baştanbaşa altınla, para ile dolu olsa hiç kimse, Allahnın izni olmadıkça bir arpa bile alamaz. 1930
  • گر بیابان پر شود زر و نقود  ** بی رضای حق جوی نتوان ربود 
  • Tutulmadan, kekelemeden yüzlerce kitap okusan Allah taktir etmediyse aklında hiçbir şey kalmaz.
  • ور بخوانی صد صحف بی سکته‌ای  ** بی قدر یادت نماند نکته‌ای 
  • Fakat Allah’ya kulluk edersen bir kitap bile okumadan yeninden, yakandan duyulmadık bilgiler bulursun.
  • ور کنی خدمت نخوانی یک کتاب  ** علمهای نادره یابی ز جیب 
  • Musa’nın avucu, koynundan ziyalandı, nurlar saçtı; nuru, gökyüzündeki aydan da üstündü.
  • شد ز جیب آن کف موسی ضو فشان  ** کان فزون آمد ز ماه آسمان 
  • Bu heybetli gökyüzünden dilediğin, ey Musa, koynundan baş gösterdi.
  • کانک می‌جستی ز چرخ با نهیب  ** سر بر آوردستت ای موسی ز جیب 
  • Bil ki yüce gökler, insanın anladığı şeylerin aksidir; gökler, o akisten ibarettir. 1935
  • تا بدانی که آسمانهای سمی  ** هست عکس مدرکات آدمی 
  • Yüce ulu Allah’nın eli, iki âlemden de önce aklı yaratmadı mı?
  • نی که اول دست برد آن مجید  ** از دو عالم پیشتر عقل آفرید 
  • Bu söz, hem apaçıktır, hem de pek gizli. Çünkü sinek, ankaya mahrem olamaz.
  • این سخن پیدا و پنهانست بس  ** که نباشد محرم عنقا مگس 
  • Oğul, yine hikâyeye dön de defineyle o yoksulun kıssasını tamamla.
  • باز سوی قصه باز آ ای پسر  ** قصه‌ی گنج و فقیر آور به سر 
  • Yoksul ve definenin bulunduğu yer
  • تمامی قصه‌ی آن فقیر و نشان جای آن گنج 
  • Kâğıtta şu yazılıydı: Bil ki şehrin dışında bir define var.
  • اندر آن رقعه نبشته بود این  ** که برون شهر گنجی دان دفین 
  • İçinde mezar olan filân kubbe var ya. Hani arkası şehre, kapısı Ferkat yıldızına karşı. 1940
  • آن فلان قبه که در وی مشهدست  ** پشت او در شهر و در در فدفدست 
  • O türbeyi ardına al, yüzünü kıbleye çevir. Sonra yayla bir ok at.
  • پشت با وی کن تو رو در قبله آر  ** وانگهان از قوس تیری بر گذار 
  • Kutlu kişi, yaydan oku attın mı okun düştüğü yeri kaz!
  • چون فکندی تیر از قوس ای سعاد  ** بر کن آن موضع که تیرت اوفتاد 
  • O yiğit kuvvetli bir yay aldı, oku boşluğa doğru attı.
  • پس کمان سخت آورد آن فتی  ** تیر پرانید در صحن فضا 
  • Derhal kazma kürek getirdi. Sevine,sevine okunun düştüğü yeri kazmaya koyuldu.
  • زو تبر آورد و بیل او شاد شاد  ** کند آن موضع که تیرش اوفتاد 
  • Hem kendi körleşti, hem kazması, küreği. Fakat gizli defineden hiçbir eser görünmedi. 1945
  • کند شد هم او و هم بیل و تبر  ** خود ندید از گنج پنهانی اثر 
  • Böylece her gün ok atıyor, düştüğü yeri kazıyor, fakat bir türlü definenin yerini bulamıyordu.
  • هم‌چنین هر روز تیر انداختی  ** لیک جای گنج را نشناختی 
  • Bunu âdet edindi. Daima orayı burayı kazıp durduğundan şehre bir dedikodudur yayıldı, iş halkın ağzına düştü.
  • چونک این را پیشه کرد او بر دوام  ** فجفجی در شهر افتاد و عوام 
  • Definenin halkın ağzına düşmesi ve padişah tarafından duyulması
  • فاش شدن خبر این گنج و رسیدن به گوش پادشاه 
  • Pusuda duran, fırsat gözleyen adamlar, bu işi padişaha haber verdiler.
  • پس خبر کردند سلطان را ازین  ** آن گروهی که بدند اندر کمین