English    Türkçe    فارسی   

2
3493-3542

  • Gemidekiler dediler ki: “Ey ulu, sana bu yüce makamı ne yüzden verdiler?”
  • بانگ کردند اهل کشتی کای همام ** از چه دادندت چنین عالی مقام‏
  • Derviş, “Yoksulu töhmet altına almak, hor hakir bir şey için Hakk’ı incitmek yüzünden.
  • گفت از تهمت نهادن بر فقیر ** و ز حق آزاری پی چیزی حقیر
  • Hâşa, bu yüzden değil. Ululara tazim ettiğimden. Çünkü ben, yoksullar hakkında hiç kötü zanna düşmedim. 3495
  • حاش لله بل ز تعظیم شهان ** که نبودم در فقیران بد گمان‏
  • Onlar öyle lâtif, öyle nefesleri hoş kişilerdir ki onları ululamak için Allah’tan “ Abese” suresi geldi.
  • آن فقیران لطیف خوش نفس ** کز پی تعظیمشان آمد عبس‏
  • Onların yoksulluğu, dünyayı dönüp dolaşma yüzünden ve dünyalık için değil. Hak’tan başka hiçbir şey olmadığından onlarda yokluğu, yoksulluğu kabul etmişlerdir.
  • آن فقیری بهر پیچا پیچ نیست ** بل پی آن که بجز حق هیچ نیست‏
  • Nasıl töhmet altına alabilirim ki. Hak, ondan yedinci kat göğe kadar hazinelerine emin etmiştir” dedi.
  • متهم چون دارم آنها را که حق ** کرد امین مخزن هفتم طبق‏
  • Töhmetli nefistir; yüce akıl değil. Töhmetli duygudur; lâtif nur değil.
  • متهم نفس است نه عقل شریف ** متهم حس است نه نور لطیف‏
  • Nefis Sofestai olmuştur, vur nefsin kafasına! Çünkü hakikati kötekle anlar, delil getirmekle değil. 3500
  • نفس سوفسطایی آمد می‏زنش ** کش زدن سازد نه حجت گفتنش‏
  • Mucize görür, aydınlanır. Sonradan der ki: O bir hayaldi.
  • معجزه بیند فروزد آن زمان ** بعد از آن گوید خیالی بود آن‏
  • Hakikat olsaydı o gördüğüm şaşılacak şey gece gündüz gözümün önünde dururdu.
  • ور حقیقت بودی آن دید عجب ** چون مقیم چشم نامد روز و شب‏
  • Hâlbuki o temiz gözlerde mukimdir, hayvan gözüne karin olmaz.
  • آن مقیم چشم پاکان می‏بود ** نه قرین چشم حیوان می‏شود
  • O şaşılacak şey, o mucize, bu duygudan utanır çekinir. Tavus kuşu, hiç dar bir kuyuya girer mi?
  • کان عجب زین حس دارد عار و ننگ ** کی بود طاوس اندر چاه تنگ‏
  • Sakın bana, çok söylüyor deme. Ben, yüzde birini söylüyorum, söylediğim de pek cüzi, muhtasar! 3505
  • تا نگویی مر مرا بسیار گو ** من ز صد یک گویم و آن همچو مو
  • Sofilerin, şeyhin huzurunda çok söz söyleyen sofiyi kınamaları
  • تشنیع صوفیان بر آن صوفی که پیش شیخ بسیار می‏گوید
  • Sofiler, bir sofiyi kınayıp tekke şeyhinin yanına gelerek,
  • صوفیان بر صوفیی شنعت زدند ** پیش شیخ خانقاهی آمدند
  • Şeyhe “Ey ulumuz, medet... Bu sofiden öcümüzü al” dediler.
  • شیخ را گفتند داد جان ما ** تو از این صوفی بجو ای پیشوا
  • Şeyh “Sofiler, şikâyetiniz neden” diye sorunca birisi “Bu sofinin üç kötü huyu var;
  • گفت آخر چه گله ست ای صوفیان ** گفت این صوفی سه خو دارد گران‏
  • Söze başladı mı çan gibi susmak bilmez, boyuna söyler. Yemeğe girişti mi yirmi kişinin öğününden fazla yemek yer.
  • در سخن بسیار گو همچون جرس ** در خورش افزون خورد از بیست کس‏
  • Yattı mı uyudu mu Eshabı Kehf’e benzer” dedi. Sofiler, bu üç huy, yol ehline yaraşmaz diye şeyhin huzurunda savaşa giriştiler. 3510
  • ور بخسبد هست چون اصحاب کهف ** صوفیان کردند پیش شیخ زحف‏
  • Şeyh o fakire yüz çevirip dedi ki: “Ne halin olursa olsan, o halde itidali koru.
  • شیخ رو آورد سوی آن فقیر ** که ز هر حالی که هست اوساط گیر
  • “İşlerin hayırlısı orta hallisidir” diye haberde bile var. Vücuttaki Ahlât itidal yüzünden faydalı.
  • در خبر خیر الأمور أوساطها ** نافع آمد ز اعتدال أخلاطها
  • Bunların biri herhangi bir ârızî sebeple fazlalaştı mı insanın bedeninde hastalık meydana gelir.
  • گر یکی خلطی فزون شد از عرض ** در تن مردم پدید آید مرض‏
  • Yoldaşına pek yüklenme, çok söz söyleme, onu pek övme, çünkü bu, nihayet ayrılığa sebep olur.
  • بر قرین خویش مفزا در صفت ** کان فراق آرد یقین در عاقبت‏
  • Musa’nın sözü, kendince haddindeydi ama o iyi dosta fazla geldi. 3515
  • نطق موسی بد بر اندازه و لیک ** هم فزون آمد ز گفت یار نیک‏
  • O fazlalık da Hızır’la arasının açılmasına sebep oldu. Musa’ya “Haydi, git... Sen çok söylüyorsun... Gayri ayrılık geldi, çattı!
  • آن فزونی با خضر آمد شقاق ** گفت رو تو مکثری هذا فراق‏
  • Musa, sen ne fazla konuşuyorsun, git, uzaklaş... Yahut da benimle olunca kör dilsiz kesil.
  • موسیا بسیار گویی دور شو ** ور نه با من گنگ باش و کور شو
  • Yok... Eğer gitmez, inadına oturursan hakikatte de bence gitmiş, benden ayrılmış sayılırsın” dedi.
  • ور نرفتی وز ستیزه شسته‏ای ** تو به معنی رفته‏ای بگسسته‏ای‏
  • Meselâ namazda ansızın yellensen, biriside sana git yeniden aptes al dese,
  • چون حدث کردی تو ناگه در نماز ** گویدت سوی طهارت رو به تاز
  • Gitmez, orada kakılır kalır namaz kılmaya devam edersen istediğin kadar eğil bükül, yat kalk.. be şaşkın, zaten namazın gitti! 3520
  • ور نرفتی خشک جنبان می‏شوی ** خود نمازت رفت بنشین ای غوی‏
  • Yürü, seninle eş olanların, sözünü sohbetini susamışçasına sevenlerin yanına var.
  • رو بر آنها که هم جفت تواند ** عاشقان و تشنه‏ی گفت تواند
  • Bekçi, uyuyanlara göredir. Balıkların bekçiye ne ihtiyacı var?
  • پاسبان بر خوابناکان بر فزود ** ماهیان را پاسبان حاجت نبود
  • Çamaşırcıya elbise giyenler muhtaçtır. Çırçıplak canın ziyneti Allah tecellisidir.
  • جامه پوشان را نظر بر گازر است ** جان عریان را تجلی زیور است‏
  • Ya çıplakları bırak, bir yana çekil… Yahut onlar gibi elbiseden vazgeç!
  • یا ز عریانان به یک سو باز رو ** یا چو ایشان فارغ از تن جامه شو
  • Yok... Eğer tamamıyla soyunamıyorsan bari elbiseni azalt da orta halli ol!” 3525
  • ور نمی‏تانی که کل عریان شوی ** جامه کم کن تا ره اوسط روی‏
  • Fakirin şeyhe özrünü arz etmesi
  • عذر گفتن فقیر به شیخ‏
  • Fakir, o şeyhe ahvalini anlattı, suçuna özürler diledi.
  • پس فقیر آن شیخ را احوال گفت ** عذر را با آن غرامت کرد جفت‏
  • Şeyh’in sualine, Hızır’ın cevapları gibi güzelce, doğruca cevaplar verdi.
  • مر سؤال شیخ را داد او جواب ** چون جوابات خضر خوب و صواب‏
  • Nitekim Kelîmin suallerine Hızır’ın Alîm Allah’tan verdiği cevaplarlarla;
  • آن جوابات سؤالات کلیم ** کش خضر بنمود از رب علیم‏
  • Musa’nın müşkülleri halloldu. Hızır, Musa’ya her müşkülü için anlatılamayacak derecede miftahlar verdi.
  • گشت مشکلهاش حل و افزون زیاد ** از پی هر مشکلش مفتاح داد
  • Dervişe Hızır’dan mirastı, o da şeyhin suallerine cevap vermede himmet etti. 3530
  • از خضر درویش هم میراث داشت ** در جواب شیخ همت بر گماشت‏
  • Dedi ki: “Orta yol hikmetse de bu orta hallilik de nispidir.
  • گفت راه اوسط ار چه حکمت است ** لیک اوسط نیز هم با نسبت است‏
  • Su, deveye göre azdır, fakat fareye göre deniz gibiydi.
  • آب جو نسبت به اشتر هست کم ** لیک باشد موش را آن همچو یم‏
  • Birisinin dört ekmeğe ihtiyacı olurda iki yahut üç tanesini yerse bu, orta bir yiyiştir.
  • هر که را باشد وظیفه چار نان ** دو خورد یا سه خورد هست اوسط آن‏
  • Fakat dördünü de yerse bu yiyiş, orta bir yiyiş değildir ki. O adam, kaz gibi hırsına esir olmuştur.
  • ور خورد هر چار دور از اوسط است ** او اسیر حرص مانند بط است‏
  • Birisinin on ekmeğe iştahı olsa da altısını yese bu orta sayılır. 3535
  • هر که او را اشتها ده نان بود ** شش خورد می‏دان که اوسط آن بود
  • Fakat benim elli ekmeğe ihtiyacım var, senin altı yufkaya müsavi değiliz ki.
  • چون مرا پنجاه نان هست اشتهی ** مر ترا شش گرده هم دستیم نی‏
  • Sen on rekât namaz kılınca usanırsın, ben beş yüz rekât namaz kılsam usanmam.
  • تو به ده رکعت نماز آیی ملول ** من به پانصد در نیایم در نحول‏
  • Birisi, ta Kâbe’ye kadar yaya gider, öbürü mescide varıncaya kadar kendisinden geçer.
  • آن یکی تا کعبه حافی می‏رود ** و آن یکی تا مسجد از خود می‏شود
  • Birisi o kadar cömerttir ki gönlü bulanmadan canını bile verir, öbürü bir dilim ekmek verebilmek için can çekişir.
  • آن یکی در پاکبازی جان بداد ** وین یکی جان کند تا یک نان بداد
  • Bu orta halli oluş, sona göredir; önü, sonu olan şeye nispetledir. 3540
  • این وسط در با نهایت می‏رود ** که مرا آن را اول و آخر بود
  • Bir şeyde evvel, âhir olmalı ki ortası tasavvur edilebilsin.
  • اول و آخر بباید تا در آن ** در تصور گنجد اوسط یا میان‏
  • Sonsuz şeyin önü, sonu nasıl olur… Önü, sonu olmayanın ortası nasıl bulunur?
  • بی‏نهایت چون ندارد دو طرف ** کی بود او را میانه منصرف‏