English    Türkçe    فارسی   

3
1851-1900

  • “Civanım, bu, savaşta yaralanmamak için güzel bir elbisedir” dedi.
  • گفت این نیکو لباسست ای فتی ** درمصاف و جنگ دفع زخم را
  • Lokman dedi ki. “Sabır da güzel bir iş. Her dertte ona sığınmak gerek, her gamı o giderir.”
  • گفت لقمان صبر هم نیکو دمیست ** که پناه و دافع هر جا غمیست
  • A kişi “Vel asri” suresinin sonunu dikkatlice oku da bak. Allah o surede sabrı hakla beraber andı, sabrı hakka eş etti.
  • صبر را با حق قرین کرد ای فلان ** آخر والعصر را آگه بخوان
  • Allah, yüz binlerce kimya yarattı ama insan, sabır gibi bir kimya görmedi.
  • صد هزاران کیمیا حق آفرید ** کیمیایی همچو صبر آدم ندید
  • Körün Mushaf okuması hikâyesinin sonu
  • بقیه‌ی حکایت نابینا و مصحف
  • Konuk da sabretti. Ansızın müşkül halloldu, anlamak istediğini anladı. 1855
  • مرد مهمان صبرکرد و ناگهان ** کشف گشتش حال مشکل در زمان
  • Gece yarısı Kur’an sesini duydu. Uykusundan sıçradı, şu acayip şeyi gördü:
  • نیم‌شب آواز قرآن را شنید ** جست از خواب آن عجایب را بدید
  • Kör, mushaftan Kur’an okumaktaydı. Hem de doğru olarak okuyordu. Sabırsızlandı, bu hali sordu, dedi ki:
  • که ز مصحف کور می‌خواندی درست ** گشت بی‌صبر و ازو آن حال جست
  • “Gözün kör olduğu halde şaştım doğrusu, bu satırları nasıl okuyabiliyorsun sen?
  • گفت آیا ای عجب با چشم کور ** چون همی‌خوانی همی‌بینی سطور
  • Okuduğun satıra bakmakta, elini okuduğun harflerin üstünde gezdirmektesin.
  • آنچ می‌خوانی بر آن افتاده‌ای ** دست را بر حرف آن بنهاده‌ای
  • Parmağını satırlar üstünde gezdirişinden anlaşılıyor, mutlaka harfleri görüyorsun.” 1860
  • اصبعت در سیر پیدا می‌کند ** که نظر بر حرف داری مستند
  • Kör dedi ki. “Ey ten bilgisizliğinden kurtulan, bunu Allah yapamaz mı ki? Neye şaşırıyorsun?
  • گفت ای گشته ز جهل تن جدا ** این عجب می‌داری از صنع خدا
  • Ben Allah’a, ey yardımcım olan Allah, ey yardım dilenen Rabbim, adam canına nasıl düşkünse ben de Kur’an okumaya öyle düşkünüm.
  • من ز حق در خواستم کای مستعان ** بر قرائت من حریصم همچو جان
  • Fakat hafız değilim ki, Yarabbi Kur’an okuyacağım vakit gözlerime illetsiz bir nur ver,
  • نیستم حافظ مرا نوری بده ** در دو دیده وقت خواندن بی‌گره
  • Benim gözlerimi aç da Kur’an’ı elime alıp okuyayım diye dua ettim.
  • باز ده دو دیده‌ام را آن زمان ** که بگیرم مصحف و خوانم عیان
  • Allah’tan ey Kur’an’a düşkün adam, ey her dertte bize yüz tutan, bizden ümidini kesmeyen kişi, 1865
  • آمد از حضرت ندا کای مرد کار ** ای بهر رنجی به ما اومیدوار
  • Senin bize karşı öyle bir hüsnü zan, o ümit, sana daima yücel, yüksel demekte.
  • حسن ظنست و امیدی خوش ترا ** که ترا گوید بهر دم برتر آ
  • Ne vakit Kur’an okumak istersen, ne vakit mushafı eline alırsan,
  • هر زمان که قصد خواندن باشدت ** یا ز مصحفها قرائت بایدت
  • Ben de o zaman sana gözlerinin nurunu bağışlayacağım ey yaratılışı büyük kişi, diye nida geldi.
  • من در آن دم وا دهم چشم ترا ** تا فرو خوانی معظم جوهرا
  • Öyle de yaptı Allah’ım, ben ne vakit okumak üzere mushafı elime alır, açarsam,
  • همچنان کرد و هر آنگاهی که من ** وا گشایم مصحف اندر خواندن
  • Her şeyi bilen, hiçbir işten gafil olmayan o ulu padişah. 1870
  • آن خبیری که نشد غافل ز کار ** آن گرامی پادشاه و کردگار
  • O tek Allah, gece çırağı gibi gözlerimin nurunu ihsan etmekte”
  • باز بخشد بینشم آن شاه فرد ** در زمان همچون چراغ شب‌نورد
  • Allah, ne alırsa ona karşılık ihsanda bulunur. Velî bu sebeple Allah’a itiraz etmez.
  • زین سبب نبود ولی را اعتراض ** هرچه بستاند فرستد اعتیاض
  • Bağını mı yaktı? Sana bir bağ dolusu üzüm ihsan eder; yas içinde neşe verir.
  • گر بسوزد باغت انگورت دهد ** در میان ماتمی سورت دهد
  • O elsiz çolağa da el verir, gamlara maden olan kişiye neşeli, sarhoş bir gönül bağışlar.
  • آن شل بی‌دست را دستی دهد ** کان غمها را دل مستی دهد
  • Kaybettiğimiz şey büyük ve değerli bir şey bile olsa mademki bize karşılık olarak ihsanlarda bulunuyor, şu halde itiraz etmemize imkân yok. 1875
  • لا نسلم و اعتراض از ما برفت ** چون عوض می‌آید از مفقود زفت
  • Ortada ateş olmadığı halde bana hararet verdikten, beni ısıttıktan sonra ateşimi söndürse de razıyım.
  • چونک بی آتش مرا گرمی رسد ** راضیم گر آتشش ما را کشد
  • Mademki mumsuz da aydınlık vermekte, mumun sönüşüne neye feryat ediyorsun?
  • بی چراغی چون دهد او روشنی ** گر چراغت شد چه افغان می‌کنی
  • Bazı veliler, Allah hükümlerine razı olurlar Yarabbi, bu hükmü çevir diye niyaz etmezler
  • صفت بعضی اولیا کی راضی‌اند باحکام و لابه نکنند کی این حکم را بگردان
  • Şimdi, dünyada hiç itiraz etmeyen yolcuların hallerini işit.
  • بشنو اکنون قصه‌ی آن ره‌روان ** که ندارند اعتراضی در جهان
  • Velîlerden dua edenler, gâh diken, gâh sökenler var. Bunlar başka.
  • ز اولیا اهل دعا خود دیگرند ** که همی‌دوزند و گاهی می‌درند
  • Bir de velilerden öylelerini tanırım ki ağızları yumulmuştur, hiç dua etmezler. 1880
  • قوم دیگر می‌شناسم ز اولیا ** که دهانشان بسته باشد از دعا
  • O, ulular, Allah hükümlerine razı olmuşlardır, takdirin def’ine çalışmak onlara haramdır.
  • از رضا که هست رام آن کرام ** جستن دفع قضاشان شد حرام
  • Bunlar, kaza ve kaderde hususi bir zevk bulurlar, bundan kurtulmayı dilemek onlarca küfürdür.
  • در قضا ذوقی همی‌بینند خاص ** کفرشان آید طلب کردن خلاص
  • Allah bunların gönlüne öyle bir hüsnü zan vermiştir ki derde düşüp hiç yaslanmazlar, gök renkli yas elbisesi giymezler.
  • حسن ظنی بر دل ایشان گشود ** که نپوشند از عمی جامه‌ی کبود
  • Behlûl’ün dervişe sual sorması
  • سال کردن بهلول آن درویش را
  • Behlül, dervişin birine “Derviş, nasılsın? Anlat bakalım?” dedi.
  • گفت بهلول آن یکی درویش را ** چونی ای درویش واقف کن مرا
  • Derviş, Dünyadaki işler daima bir adamın dilediği gibi olur; 1885
  • گفت چون باشد کسی که جاودان ** بر مراد او رود کار جهان
  • Seller, ırmaklar muradınca akar, yıldızlar hükmünce hükmeder;
  • سیل و جوها بر مراد او روند ** اختران زان سان که خواهد آن شوند
  • Hayatla ölüm, ona çavuş olur, emrine uyup dilediği yere gider.
  • زندگی و مرگ سرهنگان او ** بر مراد او روانه کو بکو
  • Nereye dilerse baş sağlığı haberi yollar, nereye dilerse kutlu olsun derse…
  • هر کجا خواهد فرستد تعزیت ** هر کجا خواهد ببخشد تهنیت
  • Yolcuların hepsi, onu izler, yolda kalanlar onun tuzağına tutulursa…
  • سالکان راه هم بر گام او ** ماندگان از راه هم در دام او
  • Onun fermanı, onun rızası olmadıkça âlemde hiçbir ağız gülmezse bu adamın hali nasıldır? İşte o haldeyim ben” dedi. 1890
  • هیچ دندانی نخندد در جهان ** بی رضا و امر آن فرمان‌روان
  • Behlûl, padişahım doğru söyledin. Bu hale sahip olduğun nurundan da belli, yüzünden de görünüp durmakta.
  • گفت ای شه راست گفتی همچنین ** در فر و سیمای تو پیداست این
  • Böylesin, hatta yüz mislisin... Doğru ama bunu bir güzelce anlat.
  • این و صد چندینی ای صادق ولیک ** شرح کن این را بیان کن نیک نیک
  • Öyle bir anlat ki duyunca fazilet sahibi de kabul etsin, bir şeyden anlamaz adam da.
  • آنچنانک فاضل و مرد فضول ** چون به گوش او رسد آرد قبول
  • Herkesin aklının ereceği, fikrinin anlayacağı bir tarzda anlat.
  • آنچنانش شرح کن اندر کلام ** که از آن هم بهره یابد عقل عام
  • Söz söyleyen kemal sahibi olursa söz söyleme sofrasını yaydı mı sofrası, her çeşit aşlarla doludur. 1895
  • ناطق کامل چو خوان‌پاشی بود ** خوانش بر هر گونه‌ی آشی بود
  • Hiçbir konuk mahrum kalmaz. Herkes o sofrada kendi gıdasını bulur.
  • که نماند هیچ مهمان بی نوا ** هر کسی یابد غذای خود جدا
  • O sofra, Kur’an’a benzer; Kur’an’ın da yedi manası vardır; alelâde halk da ondan doyar, halkın bilgide, irfanda ileri gelenleri de” dedi.
  • همچو قرآن که بمعنی هفت توست ** خاص را و عام را مطعم دروست
  • Derviş dedi ki: “ Herkesçe şu muhakkaktır ki âlem Allah emrine râm olmuştur.
  • گفت این باری یقین شد پیش عام ** که جهان در امر یزدانست رام
  • O padişahın kaza ve kaderi olmadıkça ağaçtan yaprak bile düşmez.
  • هیچ برگی در نیفتد از درخت ** بی قضا و حکم آن سلطان بخت
  • Allah lokmaya, gir içeri diye emretmedikçe boğazdan lokma bile geçmez. 1900
  • از دهان لقمه نشد سوی گلو ** تا نگوید لقمه را حق که ادخلوا