English    Türkçe    فارسی   

3
4101-4150

  • Ben, İsmail Peygambere mensup olanlardanım, öldürülmeden çekinmem yok… Hatta İsmail gibi başından geçmiş bir adamım ben!
  • من چو اسماعیلیانم بی‌حذر ** بل چو اسمعیل آزادم ز سر
  • Gösterişlerden de geçmişim, riyadan da “Söyle geliniz” emri canıma gel demiştir.
  • فارغم از طمطراق و از ریا ** قل تعالوا گفت جانم را بیا
  • Peygamber dedi ki: İhsan edilen şeye verilecek karşılığı iyice bilen bu dünyada ihsanda bulunur.
  • گفت پیغامبر که جاد فی السلف ** بالعطیه من تیقن بالخلف
  • Verilen şeye verilecek yüzlerce karşılığı gören derhal cömertliğe ihsana başlar.
  • هر که بیند مر عطا را صد عوض ** زود دربازد عطا را زین غرض
  • Herkes, kâr elde etmek için malını vermek üzere pazara, çarşıya bağlanmıştır. 4105
  • جمله در بازار از آن گشتند بند ** تا چو سود افتاد مال خود دهند
  • Dağarcıktaki altın sahibi bir kâr elde etsin de onu yoksullara versin diye ısrarla oturmuş beklemektedir.
  • زر در انبانها نشسته منتظر ** تا که سود آید ببذل آید مصر
  • Satıcı, elindeki kumaşın fazla para ettiğini gördü mü ona olan aşkı soğuyuverir.
  • چون ببیند کاله‌ای در ربح بیش ** سرد گردد عشقش از کالای خویش
  • Kumaşların fazla bir kâr getirdiğini görmez de o yüzden onlara ısınır, onları elden çıkarmaz.
  • گرم زان ماندست با آن کو ندید ** کاله‌های خویش را ربح و مزید
  • Bilgi, hüner ve sanatlarda böyledir. Bunlara sahip olanlar, bunlardan daha şerefli, daha üstün bir şey görmezler de o yüzden ehemmiyet verirler.
  • همچنین علم و هنرها و حرف ** چون بدید افزون از آنها در شرف
  • İnsan için candan iyi bir şey yoksa can azizdir. Fakat candan iyi bir şeye sahip oldu mu, canın adı hor, hakir olur gider. 4110
  • تا به از جان نیست جان باشد عزیز ** چون به آمد نام جان شد چیز لیز
  • Çocuğun canı, çocuk kaldıkça, büyümedikçe oyun için yapılan bebeciktir.
  • لعبت مرده بود جان طفل را ** تا نگشت او در بزرگی طفل‌زا
  • Bu düşünceler bu hayallenmeler de bebeciklerdir. Sen çocuk kaldıkça onlara ihtiyacın vardır.
  • این تصور وین تخیل لعبتست ** تا تو طفلی پس بدانت حاجتست
  • Fakat çocuk, çocukluktan kurtuldu da kemale erişti mi, adam oldu mu artık duygulardan da vazgeçer, düşüncelerden de, hayallerden de!
  • چون ز طفلی رست جان شد در وصال ** فارغ از حس است و تصویر و خیال
  • Mahrem yok ki açıkça söyleyeyim… Sükût ettim; Allah hakikate uygun olanı daha iyi bilir.
  • نیست محرم تا بگویم بی‌نفاق ** تن زدم والله اعلم بالوفاق
  • Malla beden, hemencecik eriyip giden kardır. Fakat satılığa çıkarılınca onların alıcısı Allah’tır. 4115
  • مال و تن برف‌اند ریزان فنا ** حق خریدارش که الله اشتری
  • Bu kar, sana neden paradan daha iyi geliyor, bilir misin? Şüphedesin, yakinin yok da ondan.
  • برفها زان از ثمن اولیستت ** که هیی در شک یقینی نیستت
  • Behey aşağılık adam, bu sendeki zan, ne acayip zan ki yakin bahçesinde hiç uçmuyor.
  • وین عجب ظنست در تو ای مهین ** که نمی‌پرد به بستان یقین
  • Oğul, her şüphe, yakına susamıştır. Şüphe arttıkça yakına ulaşmak için daha ziyade çırpınır, kol kanat açar, uçmaya çalışır...
  • هر گمان تشنه‌ی یقینست ای پسر ** می‌زند اندر تزاید بال و پر
  • İlim mertebesine ulaştı mı kanadı ayak kesilir, gayri uçmaya ihtiyacı kalmaz. Çünkü bilgisi yakın kokusunu almaya başlamıştır.
  • چون رسد در علم پس پر پا شود ** مر یقین را علم او بویا شود
  • Çünkü bu sınanmış yolda ilim yakından aşağıdır, şüphe yukarı. 4120
  • زانک هست اندر طریق مفتتن ** علم کمتر از یقین و فوق ظن
  • Bil ki ilim, yakını arar. Yakin de apaçık görüşü…
  • علم جویای یقین باشد بدان ** و آن یقین جویای دیدست و عیان
  • Elhâkümü suresinde “Kellâ lev ta’lemune” den sonrasını oku da bunu ara, bul, anla.
  • اندر الهیکم بجو این را کنون ** از پس کلا پس لو تعلمون
  • Ey bilgi sahibi, bilgi insanı görüşe götürür. Dünyadakiler yakin sahibi olsalardı cehennemi gözleriyle görürlerdi.
  • می‌کشد دانش ببینش ای علیم ** گر یقین گشتی ببینندی جحیم
  • Görüş, şüphe yok ki yakinden doğar; nitekim hayal de zandan doğmaktadır.
  • دید زاید از یقین بی امتهال ** آنچنانک از ظن می‌زاید خیال
  • Elhâkümü suresinde bu anlatılmıştır. İlm-el Yakin olur, bak da gör! 4125
  • اندر الهیکم بیان این ببین ** که شود علم الیقین عین الیقین
  • Bana gelince; Ben, şüpheden de yüceldim, yakinden de… Kınanmadan başım dönmüyor.
  • از گمان و از یقین بالاترم ** وز ملامت بر نمی‌گردد سرم
  • Onun helvasını yedim; gözüm aydınlandı, onu gördüm gayri.
  • چون دهانم خورد از حلوای او ** چشم‌روشن گشتم و بینای او
  • Şu halde evime gidiyorum demektir, elbette ayağımı küstahça basarım… Ayağım titremez, körcesine gitmem ki!
  • پا نهم گستاخ چون خانه روم ** پا نلرزانم نه کورانه روم
  • Allah, güle bir söyledi de gülü güldürdü ya… Gönlüme de onu söyledi de gülden yüz kat fazla güldürdü.
  • آنچ گل را گفت حق خندانش کرد ** با دل من گفت و صد چندانش کرد
  • Selviye bir şey yaptı. Boyunu dümdüz etti… nergisle ağustos gülü de ondan feyz aldı, güzelleşti… 4130
  • آنچ زد بر سرو و قدش راست کرد ** و آنچ از وی نرگس و نسرین بخورد
  • Bir tecellisiyle kamışı, canı da tatlı, gönlü de tatlı bir hale getirdi… Toprağa mensup insan, onun lütfuyla Çigil güzeli oldu.
  • آنچ نی را کرد شیرین جان و دل ** و آنچ خاکی یافت ازو نقش چگل
  • Kaşı o dertçe fitneci, işveci bir hale getirdi; yüzü gül ve nar gibi kıpkırmızı bir renge boyadı…
  • آنچ ابرو را چنان طرار ساخت ** چهره را گلگونه و گلنار ساخت
  • Dile yüzlerce sihirbazlık öğretti; madene Caferi altın hassasını ihsan etti.
  • مر زبان را داد صد افسون‌گری ** وانک کان را داد زر جعفری
  • Silâh deposunun kapısını açınca güzellerin bakışları âşıkları koklamaya başladı…
  • چون در زرادخانه باز شد ** غمزه‌های چشم تیرانداز شد
  • Bu tecelli ile bu feyz ile benim gönlüme de ok attı, beni de sevdalara saldı… Beni şükre de âşık etti, şekere de! 4135
  • بر دلم زد تیر و سوداییم کرد ** عاشق شکر و شکرخاییم کرد
  • Öyle bir sevgiliye âşığım ki her alım, onun alımıdır. Akıl da onun bir kuluna kuludur, can da!
  • عاشق آنم که هر آن آن اوست ** عقل و جان جاندار یک مرجان اوست
  • Ben kuru lâf etmem; bir söz söylesem bile su gibi söylerim de ateşi söndürmede hiçbir ıstırabım olmaz.
  • من نلافم ور بلافم همچو آب ** نیست در آتش‌کشی‌ام اضطراب
  • Ben nasıl bir şey çalabilirim? Hazinedar o… Nasıl kuvvetlenmem, arkam o…
  • چون بدزدم چون حفیظ مخزن اوست ** چون نباشم سخت‌رو پشت من اوست
  • Kimin arkası güneşten kızar, ısınırsa yüzü pek olur, kuvvetlenir… Artık ona ne korku vardır, ne utanma!
  • هر که از خورشید باشد پشت گرم ** سخت رو باشد نه بیم او را نه شرم
  • Yüzü, hiçbir şeye aldırış etmeyen güneş gibi düşmanı yakar, perdeleri yırtar. 4140
  • همچو روی آفتاب بی‌حذر ** گشت رویش خصم‌سوز و پرده‌در
  • Her peygamberin dünyada yüzü pektir, bir tek binici olduğu halde padişahların ordularına saldırır, onları ezer, bozar!
  • هر پیمبر سخت‌رو بد در جهان ** یکسواره کوفت بر جیش شهان
  • Bir şeyden korkmaz, gamlanmaz; bu yüzden de hiçbir şeyden yüz çevirmez… Tek başına bütün dünyayı mağlûp eder.
  • رو نگردانید از ترس و غمی ** یک‌تنه تنها بزد بر عالمی
  • Taşın yüzü pektir, gözü tok… Dünya dolusu kerpiç olsa korkmaz.
  • سنگ باشد سخت‌رو و چشم‌شوخ ** او نترسد از جهان پر کلوخ
  • Çünkü kerpiç, kerpiççi tarafından o hale konmuştur, taşıysa Allah yapmıştır, ondan dolayı serttir, katıdır!
  • کان کلوخ از خشت‌زن یک‌لخت شد ** سنگ از صنع خدایی سخت شد
  • Koyunlar, sayıya sığmayacak kadar çok olsa kasap, onların çokluğundan korkar mı hiç? 4145
  • گوسفندان گر برونند از حساب ** ز انبهیشان کی بترسد آن قصاب
  • Hepiniz de çobansınız… Peygamber de çobandır. Halka gelince sürüye benzer… Peygamber, onların çobanıdır, onları sürer durur.
  • کلکم راع نبی چون راعیست ** خلق مانند رمه او ساعیست
  • Çoban koyunlarla savaşa girişmekten korkmaz… bilâkis onları soğuktan, sıcaktan korur.
  • از رمه چوپان نترسد در نبرد ** لیکشان حافظ بود از گرم و سرد
  • Kızar, kahreder de koyunlara bağırırsa bu bağırışı sevgisindendir, hepsini de sever de ondan bağırır!
  • گر زند بانگی ز قهر او بر رمه ** دان ز مهرست آن که دارد بر همه
  • Her an yeni bir talih kulağıma söyleyip duruyor: Seni gamlandırsam bile gamlanma!
  • هر زمان گوید به گوشم بخت نو ** که ترا غمگین کنم غمگین مشو
  • Ben, seni kötü gözlerden gizlemek için gamlandırırım. 4150
  • من ترا غمگین و گریان زان کنم ** تا کت از چشم بدان پنهان کنم