English    Türkçe    فارسی   

3
4241-4290

  • Hep bunlar değil mi? Bunları herkes anlar, bilir. Nerede bir söz ki akıl, onu idrak edemesin de hayretlere düşsün” dediler.
  • ظاهرست و هرکسی پی می‌برد ** کو بیان که گم شود در وی خرد
  • Allah’ta dedi ki: “Eğer bu sana kolay görünüyorsa bu çeşit kolay, basit bir sure söyleyiver.
  • گفت اگر آسان نماید این به تو ** این چنین آسان یکی سوره بگو
  • Cinlerinize, insanlarınıza kudret ve sanat sahibi olanlarınıza söyleyin de ehemmiyetsiz gördüğünüz ayetler gibi bir ayet meydana getirsinler!”
  • جنتان و انستان و اهل کار ** گو یکی آیت ازین آسان بیار
  • Mustafa aleyhisselâm’ın “Kur’an’ın zahiri var, bâtını var, bâtının da yedinci bâtına kadar bâtını var” hadisinin tefsiri
  • تفسیر این خبر مصطفی علیه السلام کی للقران ظهر و بطن و لبطنه بطن الی سبعة ابطن
  • Bil ki Kur’an’ın bir zahiri var… Zahirin de gizli ve pek kuvvetli bir de içyüzü var.
  • حرف قرآن را بدان که ظاهریست ** زیر ظاهر باطنی بس قاهریست
  • O bâtının bir bâtını, onun da bir üçüncü bâtını var ki onu akıllar anlayamaz, hayran kalır. 4245
  • زیر آن باطن یکی بطن سوم ** که درو گردد خردها جمله گم
  • Kur’an’ın dördüncü bâtınıysa eşsiz, örneksiz Allah’tan başka kimse görmemiş, kimse bilmemiştir.
  • بطن چارم از نبی خود کس ندید ** جز خدای بی‌نظیر بی‌ندید
  • Oğul, sen Kur’an’ın dış yüzüne bakma… Şeytan da Âdem’in topraktan ibaret gördü, hakikatine eremedi!
  • تو ز قرآن ای پسر ظاهر مبین ** دیو آدم را نبیند جز که طین
  • Kur’an’ın zahiri, insana benzer… Sureti görünür, meydandadır da canı gizli!
  • ظاهر قرآن چو شخص آدمیست ** که نقوشش ظاهر و جانش خفیست
  • İnsanın amcası, dayısı bile insana o kadar yakın olduğu halde yüzyıl beraber yaşasalar halini bir kıl ucu olsun göremez, anlayamaz.
  • مرد را صد سال عم و خال او ** یک سر مویی نبیند حال او
  • Peygamberlerle velilerin –aleyhimüsselâm– dağlara, mağaralara gitmeleri, gizlenmek için olmadığı gibi halkta korkularından da değildir. Onlar, mümkün olduğu kadar halkın dünyadan alâkasının kesmek ve bu suretle insanları irşad etmek için bu işi yaparlar
  • بیان آنک رفتن انبیا و اولیا به کوهها و غارها جهت پنهان کردن خویش نیست و جهت خوف تشویش خلق نیست بلک جهت ارشاد خلق است و تحریض بر انقطاع از دنیا به قدر ممکن
  • Veliler, halkın gözünden gizlenmek için dağlara giderler derler ya… 4250
  • آنک گویند اولیا در که بوند ** تا ز چشم مردمان پنهان شوند
  • Hakikatte zaten halka nazaran bunlar yüz tane dağın tepesine çıkmışlar, ayaklarını yedinci kat göğün üstüne atmışlardır.
  • پیش خلق ایشان فراز صد که‌اند ** گام خود بر چرخ هفتم می‌نهند
  • Onla, halka nazaran yüzlerce denizden yüzlerce dağdan ötedeyken neden dağlara giderler de gizlenirler?
  • پس چرا پنهان شود که‌جو بود ** کو ز صد دریا و که زان سو بود
  • Velinin dağa kaçmaya ihtiyacı yoktur ki… Gök tayı bile onun ardından koşar, ayağından yüzlerce nal sökülür, düşer de yine de izine yetişemez!
  • حاجتش نبود به سوی که گریخت ** کز پیش کره‌ی فلک صد نعل ریخت
  • Gökyüzü bile döndü dolaştı da o canın tozuna erişemedi… Bu yüzden de yaslandı, gök elbiselere büründü!
  • چرخ گردید و ندید او گرد جان ** تعزیت‌جامه بپوشید آسمان
  • Hani zahiren peri gözden gizlidir ya… İnsan, perilerden daha gizlidir. 4255
  • گر به ظاهر آن پری پنهان بود ** آدمی پنهان‌تر از پریان بود
  • Akıllıya göre insan, gizli olan periye nazaran yüz kat daha gizli!
  • نزد عاقل زان پری که مضمرست ** آدمی صد بار خود پنهان‌ترست
  • Akıllıya nazaran insan bu kadar gizli olunca gayb âlemindeki seçilmiş insan nasıl olur?
  • آدمی نزدیک عاقل چون خفیست ** چون بود آدم که در غیب او صفیست
  • Velîlerle velilerin sözleri Musa’nın aşasıyla İsa’nın afsununa benzer
  • تشبیه صورت اولیا و صورت کلام اولیا به صورت عصای موسی و صورت افسون عیسی علیهما السلام
  • İnsan, Musa’nın asasına benzer, İsa’nın afsunu gibidir.
  • آدمی همچون عصای موسی‌است ** آدمی همچون فسون عیسی‌است
  • Müminin kalbi, adalet sahibi olan ve yardım dilenen Allah elindedir. Allah’ın iki parmağı arasındadır.
  • در کف حق بهر داد و بهر زین ** قلب مومن هست بین اصبعین
  • Asa, görünüşte bir sopadan ibarettir ama ağzını açtı mı bütün varlık, ona bir lokmadır. 4260
  • ظاهرش چوبی ولیکن پیش او ** کون یک لقمه چو بگشاید گلو
  • İsa’nın afsunundaki harfe, sese bakma. Ondan, ölüm bile kaçıyor, sen ona bak!
  • تو مبین ز افسون عیسی حرف و صوت ** آن ببین کز وی گریزان گشت موت
  • Afsunda ki o ehemmiyetsiz, o değersiz sözlere bakma, o afsunla ölünün sıçrayıp oturuşunu seyret.
  • تو مبین ز افسونش آن لهجات پست ** آن نگر که مرده بر جست و نشست
  • O sopayı ehemmiyetsiz görme… Yemyeşil denizi nasıl böldü, onu gör!
  • تو مبین مر آن عصا را سهل یافت ** آن ببین که بحر خضرا را شکافت
  • Uzaktasın da yalnız birer kara çadırdır görüyorsun… Bir adım ilerle de orduyu gör!
  • تو ز دوری دیده‌ای چتر سیاه ** یک قدم فا پیش نه بنگر سپاه
  • Uzak olduğundan yalnız bir toz dumandır görüyorum ama birazcık yaklaş, ileri var da topun içindeki adama bak! 4265
  • تو ز دوری می‌نبینی جز که گرد ** اندکی پیش آ ببین در گرد مرد
  • Onun tozu, gözleri aydın eder… Onun erliği, dağları yerinden söker!
  • دیده‌ها را گرد او روشن کند ** کوهها را مردی او بر کند
  • Musa, çölün bir ucundan kalkıp gelince Tur dağı, onun gelişinden neşelendi, rakkas kesildi!
  • چون بر آمد موسی از اقصای دشت ** کوه طور از مقدمش رقاص گشت
  • “Ey dağlar, Davud’la beraber okuyun dedik; kuşları da ona teshir ettik” ayetinin tefsiri
  • تفسیر یا جبال اوبی معه والطیر
  • Davud’un yüzü Allah nuruyla parladı… Dağlar, onunla beraber feryada geldiler.
  • روی داود از فرش تابان شده ** کوهها اندر پیش نالان شده
  • Dağ Davud’a yoldaş oldu… Her iki çalgıcıda bir padişahın aşkıyla sarhoş oldu!
  • کوه با داود گشته همرهی ** هردو مطرب مست در عشق شهی
  • “Dağlar Davud’un sesine ses verin, onunla beraber ırlayın” diye emir geldi. Dağla Davud… İkisi de bir sesle seslendi, bir perdeden okudu. 4270
  • یا جبال اوبی امر آمده ** هر دو هم‌آواز و هم‌پرده شده
  • Allah dedi ki: “Ey Davud, sen yerinden, yurdundan ayrıldın… Benim için hemdemlerinden cüda düştün.
  • گفت داودا تو هجرت دیده‌ای ** بهر من از همدمان ببریده‌ای
  • Ey garip olmuş, tek ve muinsiz kalmış olan Davud, iştiyak ateşi, gönlünden şule vermekte.
  • ای غریب فرد بی مونس شده ** آتش شوق از دلت شعله زده
  • Çalgıcılar, hanendeler, arkadaşlar istersin. O Kadîm Allah dağları senin huzuruna getirir.
  • مطربان خواهی و قوال و ندیم ** کوهها را پیشت آرد آن قدیم
  • Dağlar, sana çalgı çalarlar, şarkı okurlar, zurnacılık ederler. Hepsi de huzurunda yel gibi ses çıkarır, sesine ses verirler.”
  • مطرب و قوال و سرنایی کند ** که به پیشت بادپیمایی کند
  • Dudağı, dişi yokken dağın ses vermesi, feryat etmesi caiz oluyor ya… Bil ki velinin de ağızsız, dudaksız sözleri, feryatları var! 4275
  • تا بدانی ناله چون که را رواست ** بی لب و دندان ولی را ناله‌هاست
  • O her şeyden arınmış mescidin cüzülerinden her an nağmeler çıkar. O nağmelerde her an, velinin can kulağına ulaşır.
  • نغمه‌ی اجزای آن صافی‌جسد ** هر دمی در گوش حسش می‌رسد
  • Yanında oturanlar duymazlar, işitmezler de o duyar, işitir. Ne mutlu o cana ki gayba inanmıştır!
  • همنشینان نشنوند او بشنود ** ای خنک جان کو به غیبش بگرود
  • Velî, kendi kendine yüzlerce söz söyler, dinler de yanında oturan kokusunu bile alamaz!
  • بنگرد در نفس خود صد گفت و گو ** همنشین او نبرده هیچ بو
  • Lâmekân âleminden gönlüne yüzlerce sual, yüzlerce cevap gelir, menziline kadar erişir!
  • صد سال و صد جواب اندر دلت ** می‌رسد از لامکان تا منزلت
  • Bunları sen duyarsın da başkaları kulaklarını ağızlarına kadar yaklaştırsalar yine duymazlar! 4280
  • بشنوی تو نشنود زان گوشها ** گر به نزدیک تو آرد گوش را
  • Tutalım, velilerin sessiz, harfsiz sözlerini duymuyor, işitmiyorsun; işte gördün ya… Misli sende de var; neden inanmıyorsun a sağır!
  • گیرم ای کر خود تو آن را نشنوی ** چون مثالش دیده‌ای چون نگروی
  • Kendi anlayışındaki kusur yüzünden Mesnevi’yi kınamaya kalkışana cevap
  • جواب طعنه‌زننده در مثنوی از قصور فهم خود
  • Ey kınayan köpek, sen hav hav edip duruyor da Kur’an’ı kınamakla hükmünden kendimi kurtarırım mı sanıyorsun?
  • ای سگ طاعن تو عو عو می‌کنی ** طعن قرآن را برون‌شو می‌کنی
  • Bu o aslan değil ki ondan canını halâs etmeğe muvaffak olasın yahut kahrının pençesinden imanını kurtarasın!
  • این نه آن شیرست کز وی جان بری ** یا ز پنجه‌ی قهر او ایمان بری
  • Kur’an, kıyamete kadar, ey kendilerini bilgisizliğe feda edenler, diye nida eder.
  • تا قیامت می‌زند قرآن ندی ** ای گروهی جهل را گشته فدی
  • Der ki: “Siz, beni masal sandınız da kınama ve kâfirlik tohumunu ektiniz! 4285
  • که مرا افسانه می‌پنداشتید ** تخم طعن و کافری می‌کاشتید
  • Fakat kınayıp da aslı yok, masaldan ibaret dediniz ama gördünüz ya… Siz yok oldunuz, siz masal oldunuz.
  • خود بدیدیت آنک طعنه می‌زدیت ** که شما فانی و افسانه بدیت
  • Ben Allah’ın kelâmıyım, Allah’la kaimim. Canın canına gıdayım; arı duru, parlak bir yakutum.
  • من کلام حقم و قایم به ذات ** قوت جان جان و یاقوت زکات
  • Ben, güneşin nuruyum… Sizin üstünüze vurdum, sizi aydınlattım; fakat güneşten ayrılmış değilim.
  • نور خورشیدم فتاده بر شما ** لیک از خورشید ناگشته جدا
  • Bakın, ben âşıkları ölümden kurtarmak için buracıkta akıp duran bir âbıhayatım.
  • نک منم ینبوع آن آب حیات ** تا رهانم عاشقان را از ممات
  • Hırsınız, hasediniz bu kötü kokuyu salmasaydı Allah, sizin mezarlarınıza da bundan bir katrecik saçardı. 4290
  • گر چنان گند آزتان ننگیختی ** جرعه‌ای بر گورتان حق ریختی