English    Türkçe    فارسی   

3
541-590

  • Ay yüzlü sevgilisi yüzünden niceler sırtı yaralı hamal olmuştur.
  • ای بسا حمال گشته پشت‌ریش ** از برای دلبر مه‌روی خویش
  • Gece gelsin de ay ( yüzlü sevgilinin) yüzünü öpsün diye demirci, yüzünü simsiyah etmiştir.
  • کرده آهنگر جمال خود سیاه ** تا که شب آید ببوسد روی ماه
  • Esnaf, gönlüne bir serviyi diktiğinden akşama kadar dükkânda çarmıha çakılmış gibi bekler durur.
  • خواجه تا شب بر دکانی چار میخ ** زانک سروی در دلش کردست بیخ
  • Tacir, deniz demez, kara demez yürür durur ama evinde oturan bir sevgilinin aşkıyla koşup yeler.
  • تاجری دریا و خشکی می‌رود ** آن بمهر خانه‌شینی می‌دود
  • Kimin bir ölüye, bir taşa, toprağa sevdası varsa bir diri yüzlünün sevdasıyla sevdalanmıştır. 545
  • هر که را با مرده سودایی بود ** بر امید زنده‌سیمایی بود
  • Dülger, tahtaya yüz tutmuştur ama ay yüzlü güzeline hizmet etmek ümidiyle.
  • آن دروگر روی آورده به چوب ** بر امید خدمت مه‌روی خوب
  • Sen de bir dirinin ümidiyle çalış, çabala ki o, bir gün sonra cansız bir hale geliversin.
  • بر امید زنده‌ای کن اجتهاد ** کو نگردد بعد روزی دو جماد
  • Aşağılık yüzünden bir saman çöpünü kendine munis olarak seçme. Onun munisliği ariyettir.
  • مونسی مگزین خسی را از خسی ** عاریت باشد درو آن مونسی
  • Ananla, babanla munistin, Allah’tan başka munislerin sana vefakârsa hani o ünsiyet?
  • انس تو با مادر و بابا کجاست ** گر بجز حق مونسانت را وفاست
  • Hak’tan gayrı birisiyle dostluk, yerindeyse dadınla, lalanla ünsiyetin ne oldu? 550
  • انس تو با دایه و لالا چه شد ** گر کسی شاید بغیر حق عضد
  • Sütle, memeyle olan ünsiyetin kalmadı. Mektepten nefret ederdin, o nefret de geldi geçti.
  • انس تو با شیر و با پستان نماند ** نفرت تو از دبیرستان نماند
  • O ünsiyet, onların duvarına varan güneş ziyasından ibarettir. O akis güneşe gitti.
  • آن شعاعی بود بر دیوارشان ** جانب خورشید وا رفت آن نشان
  • Yiğidim, o ışık nereye düşerse sen ona âşık oluyorsun.
  • بر هر آن چیزی که افتد آن شعاع ** تو بر آن هم عاشق آیی ای شجاع
  • Her vara taallûk eden aşkın, Allah vasfından, meydana gelir, o şeyin yaldızından, o şeyin zahirî güzelliğinden değil.
  • عشق تو بر هر چه آن موجود بود ** آن ز وصف حق زر اندود بود
  • O şeyin altın yaldızı aslına gitti de bakırı kaldı mı insanın tabiatı doyar, onu boşlayıverir. 555
  • چون زری با اصل رفت و مس بماند ** طبع سیر آمد طلاق او براند
  • Onun yaldızlı, zahirî sıfatlarından ayağını çek. Bilgisizlikle kalpa pek hoş deme.
  • از زر اندود صفاتش پا بکش ** از جهالت قلب را کم گوی خوش
  • Kalplardaki o hoşluk, o güzellik eğretidir. O süsün, püsün altında süssüzlük vardır.
  • کان خوشی در قلبها عاریتست ** زیر زینت مایه‌ی بی زینتست
  • Kalpın üstündeki altın, madenine gider. Sen de onun gittiği madene git.
  • زر ز روی قلب در کان می‌رود ** سوی آن کان رو تو هم کان می‌رود
  • Duvardaki ışık güneşe varır. Sen de sana lâyık olan o güneşe git.
  • نور از دیوار تا خور می‌رود ** تو بدان خور رو که در خور می‌رود
  • Ondan sonrada mademki oluktan vefa görmedin, suyu yağmurdan iste. 560
  • زین سپس پستان تو آب از آسمان ** چون ندیدی تو وفا در ناودان
  • Kurdun tuzağı, kuyruk madeni değildir. O koca kurt, kuyruk madenini nereden tanıyıp bilecek?
  • معدن دنبه نباشد دام گرگ ** کی شناسد معدن آن گرگ سترگ
  • O aldanmış kişilerde altını çıkınlamış sandılar da köye doğru koştular.
  • زر گمان بردند بسته در گره ** می‌شتابیدند مغروران به ده
  • Gülerek oynayarak o dolaba doğru çark ura ura yürüdüler.
  • همچنین خندان و رقصان می‌شدند ** سوی آن دولاب چرخی می‌زدند
  • Köye doğru uçan bir kuş görseler sabırsızlıktan elbiselerini yırtıyorlar,
  • چون همی‌دیدند مرغی می‌پرید ** جانب ده صبر جامه می‌درید
  • Köyden bir adam geliyor görseler yüzünü, gözünü öpüyorlar, 565
  • هر که می‌آمد ز ده از سوی او ** بوسه می‌دادند خوش بر روی او
  • “Sen bizim dostumuzun yüzünü gördün. Sen, bizim canımızın canısın, bizim gözümüzsün sen” diyorlardı.
  • گر تو روی یار ما را دیده‌ای ** پس تو جان را جان و ما را دیده‌ای
  • Mecnun’un, Leylâ’nın civarında oturan bir köpeğe iltifatı
  • نواختن مجنون آن سگ را کی مقیم کوی لیلی بود
  • Tıpkı Mecnun gibi. O da bir köpeği okşamakta, öpmekte, önünde yanıp erimekteydi.
  • همچو مجنون کو سگی را می‌نواخت ** بوسه‌اش می‌داد و پیشش می‌گداخت
  • Etrafında eğilip bükülerek onu ululayıp ağırlayarak dönüp dolaşıyor, ona sâf şeker şerbeti veriyordu.
  • گرد او می‌گشت خاضع در طواف ** هم جلاب شکرش می‌داد صاف
  • Bir herzevekil dedi: “A ham mecnun, bu yapıp durduğun şey ne delilik, ne sersemlik,
  • بوالفضولی گفت ای مجنون خام ** این چه شیدست این که می‌آری مدام
  • Köpeğin ağzı daima pis şeyleri yer. Ardını bile diliyle temizler.” 570
  • پوز سگ دایم پلیدی می‌خورد ** مقعد خود را بلب می‌استرد
  • Köpeğin ayıplarını bir hayli saydı döktü. Zaten ayıp gören gayp âleminin kokusunu bile alamaz.
  • عیبهای سگ بسی او بر شمرد ** عیب‌دان از غیب‌دان بویی نبرد
  • Mecnun dedi ki. “Sen, baştanbaşa suretten, cisimden ibaretsin. Gel de benim gözümle bir bak!
  • گفت مجنون تو همه نقشی و تن ** اندر آ و بنگرش از چشم من
  • Bu köpek, bence Allah’ın bir çözülmez tılsımıdır. Bu köpek, Leylâ’nın mahallesinin bekçisi.
  • کین طلسم بسته‌ی مولیست این ** پاسبان کوچه‌ی لیلیست این
  • Himmetine bak, gönlüne, canına, irfanına dikkat et ki neresini seçmiş, neresini yurt edinmiş?
  • همنشین بین و دل و جان و شناخت ** کو کجا بگزید و مسکن‌گاه ساخت
  • O benim mağaramın yüzü kutlu köpeği, hatta o benim dertdaşım, gamdaşım. 575
  • او سگ فرخ‌رخ کهف منست ** بلک او هم‌درد و هم‌لهف منست
  • Onun mahallesinde yurt tutan köpeğin ayağının bastığı toprak bile ulu aslanlardan yeğdir.
  • آن سگی که باشد اندر کوی او ** من به شیران کی دهم یک موی او
  • Ey köpeklerine aslanların köle olduğu sevgili.. anlatmaya imkân yok ki, sus vesselâm!..”
  • ای که شیران مر سگانش را غلام ** گفت امکان نیست خامش والسلام
  • Dostlar, suretten geçerseniz her yer sizin için cennettir. Gül bahçesi içinde gül bahçesidir.
  • گر ز صورت بگذرید ای دوستان ** جنتست و گلستان در گلستان
  • Suretini kırdın, yaktın mı her şeyin suretini kırdın demektir.
  • صورت خود چون شکستی سوختی ** صورت کل را شکست آموختی
  • Artık her sureti kırar, Haydar gibi Hayber kapısını çekip koparırsın. 580
  • بعد از آن هر صورتی را بشکنی ** همچو حیدر باب خیبر بر کنی
  • O saf şehirli de surete zebun oldu, köylünün kötü sözleriyle köye doğru yola düştü.
  • سغبه‌ی صورت شد آن خواجه‌ی سلیم ** که به ده می‌شد بگفتاری سقیم
  • O yaltaklanma tuzağına tutularak neşeli neşeli gidiyordu. Taneyle sınanmaya giden kuşa benziyordu.
  • سوی دام آن تملق شادمان ** همچو مرغی سوی دانه‌ی امتحان
  • Kuş, o taneyi kerem ve ihsan yüzünden saçılmış sanır. Hâlbuki o ihsan hırsın son derecesidir.
  • از کرم دانست مرغ آن دانه را ** غایت حرص است نه جود آن عطا
  • Kuşcağızlar taneye tamah ederek sevinip o hileye doğru uçar, koşarlar.
  • مرغکان در طمع دانه شادمان ** سوی آن تزویر پران و دوان
  • Şehirlinin sevinçlerini de anlatsam korkarım ki yolcu, seni yolundan alıkorum. 585
  • گر ز شادی خواجه آگاهت کنم ** ترسم ای ره‌رو که بیگاهت کنم
  • Onun için kısaca geçiyorum. Yolda bir köy göründü. Fakat o köylünün köyü değildi, başka bir yola saptı.
  • مختصر کردم چو آمد ده پدید ** خود نبود آن ده ره دیگر گزید
  • Bir aya yakın bir müddet köyden köye dolaştılar. Çünkü köyün yolunu iyi bilmiyorlardı.
  • قرب ماهی ده بده می‌تاختند ** زانک راه ده نکو نشناختند
  • Kılavuzsuz yola gidene iki günlük yol, yüz yıllık yol olur.
  • هر که در ره بی قلاوزی رود ** هر دو روزه راه صدساله شود
  • Kâbe’ye delilsiz giden bu başı dönmüş zavallılar gibi zillete düşer.
  • هر که تازد سوی کعبه بی دلیل ** همچو این سرگشتگان گردد ذلیل
  • Ustaya müracaat etmeksizin bir sanat tutan kişi şehre de alay mevzuu olur, köye de! 590
  • هر که گیرد پیشه‌ای بی‌اوستا ** ریش‌خندی شد بشهر و روستا