English    Türkçe    فارسی   

4
1256-1305

  • Padişah cana benzer, vezir de akla... Fesatçı akıl, ruhu kötülüklere götürür.
  • هم‌چو جان باشد شه و صاحب چو عقل ** عقل فاسد روح را آرد بنقل
  • Akıl meleği Harut’laşınca yüzlerce kötü kişiye sihir öğretir!
  • آن فرشته‌ی عقل چون هاروت شد ** سحرآموز دو صد طاغوت شد
  • Cüz’i aklı kendine vezir yapma. Aklı küllü vezir yap padişahım.
  • عقل جزوی را وزیر خود مگیر ** عقل کل را ساز ای سلطان وزیر
  • Heva ve hevesini kendine vezir yapma da pak canın namazdan, niyazdan kalmasın.
  • مر هوا را تو وزیر خود مساز ** که برآید جان پاکت از نماز
  • Çünkü bu heva ve heves, hırslarla doludur ve içinde bulunduğu hali görür... Aklın düşüncesiyse din gününün düşüncesidir. 1260
  • کین هوا پر حرص و حالی‌بین بود ** عقل را اندیشه یوم دین بود
  • Aklın gözleri işin sonunu gözetir... Akıl, bir gül için diken zahmetini çeker durur!
  • عقل را دو دیده در پایان کار ** بهر آن گل می‌کشد او رنج خار
  • Fakat o gül, öyle bir güldür ki ne solar, ne de güzün dökülür... Koku almayan her kötü kişinin burnu ondan uzak olsun!
  • که نفرساید نریزد در خزان ** باد هر خرطوم اخشم دور از آن
  • Devin, Süleyman aleyhisselâm’ın makamına geçip oturması ve Süleyman aleyhisselâm işlerine benzer işler yapması, her ikisi arasında görünüp duran fark ve devin, kendisine Davut oğlu Süleyman adını takması
  • نشستن دیو بر مقام سلیمان علیه‌السلام و تشبه کردن او به کارهای سلیمان علیه‌السلام و فرق ظاهر میان هر دو سلیمان و دیو خویشتن را سلیمان بن داود نام کردن
  • Aklın varsa başka bir akılla dost ol, görüş, danış!
  • ورچه عقلت هست با عقل دگر ** یار باش و مشورت کن ای پدر
  • İki akılla birçok belâlardan kurtulur, ayağını göklerin ta yücesine korsun!
  • با دو عقل از بس بلاها وا رهی ** پای خود بر اوج گردونها نهی
  • Dev kendine Süleyman adını taktı, devleti elde etti, ülkeyi hükmüne aldı. 1265
  • دیو گر خود را سلیمان نام کرد ** ملک برد و مملکت را رام کرد
  • Süleyman’ın yaptığı işleri görmüştü, onun gibi hareket ediyordu... Fakat iç yüzden yine devliği suratına vurmakta, devliği görünüp durmaktaydı!
  • صورت کار سلیمان دیده بود ** صورت اندر سر دیوی می‌نمود
  • Halk, bu Süleyman’da o nur o temizlik yok; Süleyman’dan Süleyman’a ne farklar var.
  • خلق گفتند این سلیمان بی‌صفاست ** از سلیمان تا سلیمان فرقهاست
  • O uyanıklığa benziyordu, buysa derin bir uyku gibi. Âdeta o Hasanla bu Hasan gibi aralarında pek büyük bir fark var diyordu.
  • او چو بیداریست این هم‌چون وسن ** هم‌چنانک آن حسن با این حسن
  • Dev de, “Allah benim şeklimde güzel bir dev yaratmıştır.
  • دیو می‌گفتی که حق بر شکل من ** صورتی کردست خوش بر اهرمن
  • Bir dev’e benim suretimi vermiştir; sakın o, sizi aldatmasın. 1270
  • دیو را حق صورت من داده است ** تا نیندازد شما را او بشست
  • Meydana çıkar da Süleyman benim diye dâvaya kalkışırsa sakın onun suretine itibar etmeyin” diyordu.
  • گر پدید آید به دعوی زینهار ** صورت او را مدارید اعتبار
  • Dev, hileyle onlara bu sözleri söylüyordu ama iyi adamların gönüllerinde bunun aksi görünmekteydi.
  • دیوشان از مکر این می‌گفت لیک ** می‌نمود این عکس در دلهای نیک
  • İyiyi kötüyü fark eden adamla oyun olmaz; hele o adamın bu fark edişi ve aklı, gaypları görür söylerse!
  • نیست بازی با ممیز خاصه او ** که بود تمییز و عقلش غیب‌گو
  • Hiçbir büyü hiçbir şeytanlık ve hile, devlet sahibi olanların gönüllerine perde geremez.
  • هیچ سحر و هیچ تلبیس و دغل ** می‌نبندد پرده بر اهل دول
  • Onlar, kendi kendilerine “A eğri sözlü, tersine gidiyorsun... 1275
  • پس همی گفتند با خود در جواب ** بازگونه می‌روی ای کژ خطاب
  • Böyle tersine tersine gide gide, ta cehennemin en dibine kadar gideceksin ya!
  • بازگونه رفت خواهی همچنین ** سوی دوزخ اسفل اندر سافلین
  • Süleyman, Süleymanlıktan kaldı, yoksul oldu ama alnında o aydın dolunay parlayıp durmada.
  • او اگر معزول گشتست و فقیر ** هست در پیشانیش بدر منیر
  • Sen, nihayet bir yüzüktür kapmışsın ama zemheri gibi donmuş kalmış bir cehennemsin yine!
  • تو اگر انگشتری را برده‌ای ** دوزخی چون زمهریر افسرده‌ای
  • Biz neredeyiz... Ululuk, sayvan ve kök önünde secde etmek nerede? Böyle şeylerin önüne baş koymak şöyle dursun, hayvan tırnağını bile komayız biz!
  • ما ببوش و عارض و طاق و طرنب ** سر کجا که خود همی ننهیم سنب
  • Hatta gaflete düşer de baş komaya kalkarsak bile bir pençe gelir, başımızı yerden iter, mâni olur... 1280
  • ور به غفلت ما نهیم او را جبین ** پنجه‌ی مانع برآید از زمین
  • Bu aşağılık kişiye baş koymayın, kendinize gelin... Bu bayağı adama secde etmeyin der” demekteydiler.
  • که منه آن سر مرین سر زیر را ** هین مکن سجده مرین ادبار را
  • Ben, bu cana canlar katan hikâyeyi anlatmaya kalkardım ama Allah gayreti olmasaydı!
  • کردمی من شرح این بس جان‌فزا ** گر نبودی غیرت و رشک خدا
  • Kanaat et, bu kadarcığını kabul eyle de başka bir vakit bunu anlatayım!
  • هم قناعت کن تو بپذیر این قدر ** تا بگویم شرح این وقتی دگر
  • Dev, adını Süleyman Peygamber taktı ama ancak çoluk çocuğu kandırmak için!
  • نام خود کرده سلیمان نبی ** روی‌پوشی می‌کند بر هر صبی
  • Namuzsuzun suretini, adını bırak... lâkaptan addan kaç, manaya yürü! 1285
  • در گذر از صورت و از نام خیز ** از لقب وز نام در معنی گریز
  • Onu halinden işinden sor... Onu halinde işinde ara!
  • پس بپرس از حد او وز فعل او ** در میان حد و فعل او را بجو
  • Süleyman aleyhisselâm’ın, Mescid-i Aksâ bittikten sonra ibadet etmek ve ibadet edenlerle itikâfa girenleri irşat eylemek için her gün mescide gelmesi ve mescitte otlar, kökler bitmesi
  • درآمدن سلیمان علیه‌السلام هر روز در مسجد اقصی بعد از تمام شدن جهت عبادت و ارشاد عابدان و معتکفان و رستن عقاقیر در مسجد
  • Her sabah Süleyman Mescid-i Aksâ’ya gelir, tam bir ihlâsla Allah’a ibadet ederdi.
  • هر صباحی چون سلیمان آمدی ** خاضع اندر مسجد اقصی شدی
  • Her gün, mescitte yeni bir otun bittiğini görür, adın nedir, ne faydan var?
  • نوگیاهی رسته دیدی اندرو ** پس بگفتی نام و نفع خود بگو
  • Ne biçim ilâçsın, nesin, sana ne derler... Kime ziyansın, faydan kime? diye sorardı.
  • تو چه دارویی چیی نامت چیست ** تو زیان کی و نفعت بر کیست
  • Her ot, adını, tesirini söyler; “Şuna can’ım, öbürüne zehir... 1290
  • پس بگفتی هر گیاهی فعل و نام ** که من آن را جانم و این را حمام
  • Buna zehirim, ona şeker... Adım, kader levhinde şudur diye dile gelirdi.
  • من مرین را زهرم و او را شکر ** نام من اینست بر لوح از قدر
  • Doktorlar Süleyman’dan o otu öğrenirler, bilgi sahibi olurlar, ona uyarlardı.
  • پس طبیبان از سلیمان زان گیا ** عالم و دانا شدندی مقتدی
  • Bu suretle doktorluk kitapları düzdüler... Bedenleri hastalıklardan kurtardılar.
  • تا کتبهای طبیبی ساختند ** جسم را از رنج می‌پرداختند
  • Bu nücum ve tıp bilgileri, Peygamberlerin vahiyleridir... Yoksa akıl ve duygunun o tarafa nereden yolu olacak?
  • این نجوم و طب وحی انبیاست ** عقل و حس را سوی بی‌سو ره کجاست
  • Cüz’i akıl, bir şeyden hüküm çıkaracak akıl değildir. O, ancak fen sahibinden fenni kabul eder, öğrenmeye muhtaçtır. 1295
  • عقل جزوی عقل استخراج نیست ** جز پذیرای فن و محتاج نیست
  • Bu akıl, öğrenmeye ve anlamaya kabiliyetlidir. Ama vahiy sahibi ona öğretir.
  • قابل تعلیم و فهمست این خرد ** لیک صاحب وحی تعلیمش دهد
  • Bütün sanatlar, şüphe yok ki önce vahiyden meydana gelir, fakat sonra akıl, onların üstüne bazı şeyler katar!
  • جمله حرفتها یقین از وحی بود ** اول او لیک عقل آن را فزود
  • Dikkat et de bak! Bizim bu aklımız, hiçbir sanatı, usta olmadıkça öğrenebiliyor mu?
  • هیچ حرفت را ببین کین عقل ما ** تاند او آموختن بی‌اوستا
  • Hile kılı kırk yarar ama usta olmadıkça hiçbir sanatı elde edemez!
  • گرچه اندر مکر موی‌اشکاف بد ** هیچ پیشه رام بی‌استا نشد
  • Sanat bilgisi, bu akılla olsaydı ustasız bir sanat meydana gelirdi! 1300
  • دانش پیشه ازین عقل ار بدی ** پیشه‌ی بی‌اوستا حاصل شدی
  • Âlemde mezar kazıcılık ve mezar yokken Kaabil’in mezar kazıcılığını kargadan öğrenmesi
  • آموختن پیشه گورکنی قابیل از زاغ پیش از آنک در عالم علم گورکنی و گور بود
  • Mezar kazma, en bayağı bir sanat... Düşünceden, düzenden, fikirden doğacak değil ya!
  • کندن گوری که کمتر پیشه بود ** کی ز فکر و حیله و اندیشه بود
  • Fakat Kaabilde bu anlayış olsaydı Hâbili başı üstünde taşır mıydı?
  • گر بدی این فهم مر قابیل را ** کی نهادی بر سر او هابیل را
  • Ben bu ölüyü, bu kana, toprağa karışmış ölüyü ne yapayım, nasıl yok edeyim der miydi?
  • که کجا غایب کنم این کشته را ** این به خون و خاک در آغشته را
  • Bir de gördü ki bir karga, ölü bir kargayı ağzına almış, hemen geldi...
  • دید زاغی زاغ مرده در دهان ** بر گرفته تیز می‌آمد چنان
  • Havadan indi Kaabil’e öğretmek için mezar kazıcılığına başladı. 1305
  • از هوا زیر آمد و شد او به فن ** از پی تعلیم او را گورکن