English    Türkçe    فارسی   

4
648-697

  • Hatta bu ahiret mülkü, öyle bir derin tuzaktır ki ulu ulu kuşları avlar!
  • تا بدین ملکی که او دامست ژرف ** در شکار آرند مرغان شگرف
  • Ben Süleyman’ım, sizin mülkünüzü istemem... Mülk istemek şöyle dursun, ben sizi, helâk edecek şeylerden kurtarırım!
  • من سلیمان می‌نخواهم ملکتان ** بلک من برهانم از هر هلکتان
  • Şimdi siz, malın, mülkün esirisiniz... Mala mülke sahip olan kişi, helâk olmaktan kurtulan, mala, mülke esir olmayan kişidir. 650
  • کین زمان هستید خود مملوک ملک ** مالک ملک آنک بجهید او ز هلک
  • Hâlbuki ey âleme esir olan, aksine adını bu cihanın emiri taktın!
  • بازگونه ای اسیر این جهان ** نام خود کردی امیر این جهان
  • Hakikatte sen, bu âlemin esirisin, canın, bu cihan hapsine düşmüştür... Öyle olduğu halde niceye, bir kendine cihan sahibi deyip duracaksın?
  • ای تو بنده‌ی این جهان محبوس جان ** چند گویی خویش را خواجه‌ی جهان
  • Süleyman aleyhisselâm’ın elçilerin gönlünü alması, onlara iltifatta bulunması, gönüllerindeki ürkekliği gidermesi ve hediyeleri kabul etmediğinden özür dileyip, kabul etmemesinin sebeplerini anlatması
  • دلداری کردن و نواختن سلیمان علیه‌السلام مر آن رسولان را و دفع وحشت و آزار از دل ایشان و عذر قبول ناکردن هدیه شرح کردن با ایشان
  • Ey, elçiler, tez sizi elçi olarak gönderiyorum... bu hediyeleri reddetmem, sizin için kabul etmemden yeğdir.
  • ای رسولان می‌فرستمتان رسول ** رد من بهتر شما را از قبول
  • Belkıs’ın yanına gidince gördüğünüz şaşılacak şeyleri, altın ovasını hep söyleyin.
  • پیش بلقیس آنچ دیدیت از عجب ** باز گویید از بیابان ذهب
  • Söyleyin de benim altına tamah etmediğimi, altını yaratandan altın elde ettiğimi anlasın. 655
  • تا بداند که به زر طامع نه‌ایم ** ما زر از زرآفرین آورده‌ایم
  • O Allah, öyle bir Allah’tır ki dilerse bütün yeryüzünü baştanbaşa altın ve değeri biçilmez inci haline getirir.
  • آنک گر خواهد همه خاک زمین ** سر به سر زر گردد و در ثمین
  • Ey altını seçen, onu seven, onun için Allah mahşer gününde bu yeryüzünü gümüşten halk edecektir.
  • حق برای آن کند ای زرگزین ** روز محشر این زمین را نقره گین
  • Biz altına aldırış bile etmeyiz... Sanatlarımız çok bizim; bütün yeryüzündekileri altın haline getiririz biz!
  • فارغیم از زر که ما بس پر فنیم ** خاکیان را سر به سر زرین کنیم
  • Sizden altın mı isteriz biz? Biz sizi kimyager yaparız.
  • از شما کی کدیه‌ی زر می‌کنیم ** ما شما را کیمیاگر می‌کنیم
  • Sebe mülkü bile olsa vazgeçin o dünya mülkünden... Suyun toprağın dışında nice mülkler var! 660
  • ترک آن گیرید گر ملک سباست ** که برون آب و گل بس ملکهاست
  • Senin taht dediğin şey, tahtadan yapılma tuzaktır... Konduğun yeri başköşe sanmışsın ama kapıda kala kalmışsın!
  • تخته‌بندست آن که تختش خوانده‌ای ** صدر پنداری و بر در مانده‌ای
  • Sen daha kendi sakalına hüküm yürütemiyor, ona bile padişahlık edemiyorsun; artık nasıl olurda iyiye, kötüye padişahlık yapmaya, hüküm yürütmeye kalkışırsın?
  • پادشاهی نیستت بر ریش خود ** پادشاهی چون کنی بر نیک و بد
  • İstemediğin halde sakalın ağarıyor... gayri ey eğri ümitli, sakalından utan!
  • بی‌مراد تو شود ریشت سپید ** شرم دار از ریش خود ای کژ امید
  • Asıl o Allah mülk ve saltanat sahibindir, kendisine baş eğene bu topraktan yaratılan dünya şöyle dursun, yüzlerce mülk, yüzlerce saltanat ihsan eder.
  • مالک الملک است هر کش سر نهد ** بی‌جهان خاک صد ملکش دهد
  • Fakat Allah tapısında bir secde, sana iki yüz devlet ve saltanattan daha hoş gelir. 665
  • لیک ذوق سجده‌ای پیش خدا ** خوشتر آید از دو صد دولت ترا
  • Ben ne mal isterim, ne mülk... Ne devlet isterim, ne saltanat... Bana o secde devletini ihsan et, yeter diye ağlayıp sızlanmaya başlarsın!
  • پس بنالی که نخواهم ملکها ** ملک آن سجده مسلم کن مرا
  • Cihan padişahları, kötülüklerinden dolayı kulluk şarabından bir koku bile almamışlar.
  • پادشاهان جهان از بدرگی ** بو نبردند از شراب بندگی
  • Yoksa onlar da Edhem gibi, hemencecik coşarlar, sarhoş olurlar, dünya saltanatını vurup kırarlardı!
  • ورنه ادهم‌وار سرگردان و دنگ ** ملک را برهم زدندی بی‌درنگ
  • Fakat Allah, bu âlem dursun, mamur olsun diye gözlerini ağızlarını kapamıştır.
  • لیک حق بهر ثبات این جهان ** مهرشان بنهاد بر چشم و دهان
  • Bu suretle de onlara taht ve taç tatlı gelir, âlemdeki halktan haraç alalım derler... 670
  • تا شود شیرین بریشان تخت و تاج ** که ستانیم از جهانداران خراج
  • Fakat haraç ala ala kum gibi altın yığsın yine ölür, geberirsin, onlar senden arta kalır!
  • از خراج ار جمع آری زر چو ریگ ** آخر آن از تو بماند مردریگ
  • Mal, mülk, devlet ve altın, canına yoldaş olmaz... Sen altın ver de görüşünün kuvvetlenmesi için sürme al!
  • همره جانت نگردد ملک و زر ** زر بده سرمه ستان بهر نظر
  • Bu sürmeyi çek de şu âlemin daracık bir kuyu olduğunu gör; Yusufcasına ipe el at!
  • تا ببینی کین جهان چاهیست تنگ ** یوسفانه آن رسن آری به چنگ
  • Kuyudan çıkıp dama yücelince görenler, müjde, işte bize bir köle desinler!
  • تا بگوید چون ز چاه آیی به بام ** جان که یا بشرای هذا لی غلام
  • Kuyuda göz, akisler yapar, insana hayaller görünür... Onların en bayağısı şudur: Taş altın şeklinde görünür! 675
  • هست در چاه انعکاسات نظر ** کمترین آنک نماید سنگ زر
  • Oyun zamanı çocuklarda kızışırlar... O taş topaç kırıklarını altın ve mal görürler ya.
  • وقت بازی کودکان را ز اختلال ** می‌نماید آن خزفها زر و مال
  • Fakat Allah arifleri kimyager olmuşlardır da onlara madenler bile değersiz görünür artık!
  • عارفانش کیمیاگر گشته‌اند ** تا که شد کانها بر ایشان نژند
  • Dervişin, şeyhleri rüyada görüp kazanmaya uğraşmadan ve ibadetten kalmadan helâl bir rızık dilemesi, onlarında onu irşâd etmeleri, dağdaki acı ve ekşi meyvelerin, şeyhlerin himmetiyle dervişe tatlı gelmesi
  • دیدن درویش جماعت مشایخ را در خواب و درخواست کردن روزی حلال بی‌مشغول شدن به کسب و از عبادت ماندن و ارشاد ایشان او را و میوه‌های تلخ و ترش کوهی بر وی شیرین شدن به داد آن مشایخ
  • Dervişin biri hikâye etti: Ben rüyada Hızır’a mensup olan erenleri gördüm.
  • آن یکی درویش گفت اندر سمر ** خضریان را من بدیدم خواب در
  • Onlara: “Helâl olan ve hiç vebali bulunmayan rızkı nereden elde edeyim?” dedim.
  • گفتم ایشان را که روزی حلال ** از کجا نوشم که نبود آن وبال
  • Beni dağlara ormanlara götürdüler... Ormanlarda meyveleri silktiler. 680
  • مر مرا سوی کهستان راندند ** میوه‌ها زان بیشه می‌افشاندند
  • Allah, himmetimizle bunları sana tatlı etti...
  • که خدا شیرین بکرد آن میوه را ** در دهان تو به همتهای ما
  • Hemen ye bunlar temiz, helâl ve sayısız... Aynı zamanda uğraşmaksızın, başın ağrımadan, yükünü çekmeden, yukarı aşağı koşmadan elde edilen rızıklardır dediler.
  • هین بخور پاک و حلال و بی‌حساب ** بی صداع و نقل و بالا و نشیب
  • Onları yedim, sözümde öyle bir feyiz, öyle bir tesir hâsıl oldu ki sözlerim, akılları hayran etmeye başladı.
  • پس مرا زان رزق نطقی رو نمود ** ذوق گفت من خردها می‌ربود
  • Rabbim dedim, bu bir imtihan... Sen bana bütün halktan gizli bir ihsanda bulun!
  • گفتم این فتنه‌ست ای رب جهان ** بخششی ده از همه خلقان نهان
  • Söz söyleyemez bir hale geldim... Hoş bir gönle sahip oldum; zevkimden nar gibi yarıldım! 685
  • شد سخن از من دل خوش یافتم ** چون انار از ذوق می‌بشکافتم
  • Dedim ki içimdeki bu zevk yok mu ya... Cennette bundan başka bir zevk olmasa bile,
  • گفتم ار چیزی نباشد در بهشت ** غیر این شادی که دارم در سرشت
  • Başka bir nimet istemem... Bunu bırakıp da ceviz ve şeker yemeğe girişmem!
  • هیچ نعمت آرزو ناید دگر ** زین نپردازم به حور و نیشکر
  • Kazancımdan elimde bir iki habbe kalmıştı. Onları cübbemin yenine dikmiştim.
  • مانده بود از کسب یک دو حبه‌ام ** دوخته در آستین جبه‌ام
  • Dervişin bu parayı şu oduncuya vereyim, çünkü ben şeyhlerin kerametiyle rızık elde ettim demesi, oduncunun, dervişin bu niyetini anlayıp incinmesi
  • نیت کردن او کی این زر بدهم بدان هیزم‌کش چون من روزی یافتم به کرامات مشایخ و رنجیدن آن هیزم‌کش از ضمیر و نیت او
  • Dervişin biri de odunculuk etmekteydi... Yorgun argın ormandan geldi.
  • آن یکی درویش هیزم می‌کشید ** خسته و مانده ز بیشه در رسید
  • Onu görünce dedim ki: Artık benim rızıkla işim yok... Bundan sonra rızık için gam yemiyorum. 690
  • پس بگفتم من ز روزی فارغم ** زین سپس از بهر رزقم نیست غم
  • Kötü meyveler bana güzel ve hoş gelmekte... Hususi bir rızka nail oldum ben.
  • میوه‌ی مکروه بر من خوش شدست ** رزق خاصی جسم را آمد به دست
  • Mademki boğaz derdinden kurtuldum, birkaç habbem var, onları şuna vereyim...
  • چونک من فارغ شدستم از گلو ** حبه‌ای چندست این بدهم بدو
  • Şu oduncuya bağışlayayım da o da iki üç günceğiz rızık derdinden kurtulsun!
  • بدهم این زر را بدین تکلیف‌کش ** تا دو سه روزک شود از قوت خوش
  • Oduncu içinden geçeni anlıyormuş meğerse... Çünkü kulağı, Allah nuruyla nurlanmış!
  • خود ضمیرم را همی‌دانست او ** زانک سمعش داشت نور از شمع هو
  • Her düşünce, ona göre bir şişe içindeki kandil gibi. Hepsini görüyormuş! 695
  • بود پیشش سر هر اندیشه‌ای ** چون چراغی در درون شیشه‌ای
  • İçten geçen ondan saklanamıyor... O, bütün gönüllerden geçenlere emîr kesilmiş!
  • هیچ پنهان می‌نشد از وی ضمیر ** بود بر مضمون دلها او امیر
  • O sırrına şaşılacak er, benim bu düşünceme karşı ağzının içinden söylenip durmaktaydı.
  • پس همی منگید با خود زیر لب ** در جواب فکرتم آن بوالعجب