English    Türkçe    فارسی   

4
903-952

  • Bir ifrit dedi ki: Sen daha yerinden kalkmadan ben, tahtını getiririm.
  • گفت عفریتی که تختش را به فن ** حاضر آرم تا تو زین مجلس شدن
  • Asaf da “İsm-i âzam kudretiyle ben, bir anda bu tahtı buraya getiririm” dedi.
  • گفت آصف من به اسم اعظمش ** حاضر آرم پیش تو در یک دمش
  • İfrit, sihirde üstattı ama o taht, Asaf’ın nefesiyle geldi. 905
  • گرچه عفریت اوستاد سحر بود ** لیک آن از نفخ آصف رو نمود
  • Belkıs’ın tahtı derhal Süleyman’ın huzurunda belirdi... Fakat Asaf’ın himmetiyle; ifritlerin hilesiyle değil!
  • حاضر آمد تخت بلقیس آن زمان ** لیک ز آصف نه از فن عفریتیان
  • Süleyman, Allah’a hamd olsun dedi... Bu nimeti de âlemlerin Rabi’nin lütfuyla gördüm, bunun gibi yüzlercesini de!
  • گفت حمدالله برین و صد چنین ** که بدیدستم ز رب العالمین
  • Sonra tahta baktı da dedi ki: Evet sen ahmakları aldatabilirsin ey ağaç!
  • پس نظر کرد آن سلیمان سوی تخت ** گفت آری گول‌گیری ای درخت
  • Nakşedilmiş, bezenmiş tahta ve taş önünde nice aptallar baş kor, secde eder!
  • پیش چوب و پیش سنگ نقش کند ** ای بسا گولان که سرها می‌نهند
  • Secde edenin de canından haberi yoktur, secde edilenin de... Ancak canından bir hareket ve azıcık bir eser görmüştür, işte o kadar! 910
  • ساجد و مسجود از جان بی‌خبر ** دیده از جان جنبشی واندک اثر
  • Şaşırıp kaldığı sıralarda taşın söz söylediğini, işarette bulunduğunu görmüşte büsbütün hayretlere dalmıştır!
  • دیده در وقتی که شد حیران و دنگ ** که سخن گفت و اشارت کرد سنگ
  • O kötü kişi, ibadet tavlasını yerinde oynamamıştır da bu yüzden taştan aslanı sahici aslan sanmıştır.
  • نرد خدمت چون بنا موضع بباخت ** شیر سنگین را شقی شیری شناخت
  • Hakiki aslan da, kereminden cömertlik etmiş, hemencecik köpeğin önüne bir kemik fırlatıp atmış...
  • از کرم شیر حقیقی کرد جود ** استخوانی سوی سگ انداخت زود
  • O köpek, doğru özlü değil ama bizim kemik verişimiz umumî bir lütûftur, demiştir!
  • گفت گرچه نیست آن سگ بر قوام ** لیک ما را استخوان لطفیست عام
  • Halime’nin Mustafa aleyhisselâm’ı sütten kesince kaybetmesi ve putlardan yardım istemesi, putların titreyip secdeye kapanmaları, Mustafa sallallahu aleyhi vesellem’in ululuğuna şahadet etmeleri
  • قصه‌ی یاری خواستن حلیمه از بتان چون عقیب فطام مصطفی را علیه‌السلام گم کرد و لرزیدن و سجده‌ی بتان و گواهی دادن ایشان بر عظمت کار مصطفی صلی‌الله علیه و سلم
  • Sana Halime’nin gizli hikâyesini söyleyeyim de gönlünden gam gitsin! 915
  • قصه‌ی راز حلیمه گویمت ** تا زداید داستان او غمت
  • Mustafa’yı sütten kesince fesleğen ve gül gibi elini alıp bağrına basarak...
  • مصطفی را چون ز شیر او باز کرد ** بر کفش برداشت چون ریحان و ورد
  • Her iyi ve kötüden kaçırıp esirgeyerek o padişahlar padişahını atasına teslim etmek üzere Mekke’ye geldi.
  • می‌گریزانیدش از هر نیک و بد ** تا سپارد آن شهنشه را به جد
  • O emaneti, zayi etmeden korkarak Kâbe’ye geldi, Hatîm’e girdi.
  • چون همی آورد امانت را ز بیم ** شد به کعبه و آمد او اندر حطیم
  • Fakat bu sırada havadan “Ey Hatîm, sana pek büyük bir güneş doğdu...
  • از هوا بشنید بانگی کای حطیم ** تافت بر تو آفتابی بس عظیم
  • Ey Hatîm, bugün sana cömertlik güneşinden yüz binlerce nur isabet ediverdi... 920
  • ای حطیم امروز آید بر تو زود ** صد هزاران نور از خورشید جود
  • Ey Hatîm, bugün sana, talih ve bahtın, ardında çavuş olduğu ulular ulusu bir padişah gelip kondu...
  • ای حطیم امروز آرد در تو رخت ** محتشم شاهی که پیک اوست بخت
  • Şüphe yok ki yeni baştan yücelikler âlemine mensup canların konağı olacaksın...
  • ای حطیم امروز بی‌شک از نوی ** منزل جانهای بالایی شوی
  • Tertemiz canlar her yandan bölük bölük, takım takım, şevklerinden sarhoş olarak sana gelecekler” diye ses geliyordu.
  • جان پاکان طلب طلب و جوق جوق ** آیدت از هر نواحی مست شوق
  • Halime bu sese şaşırıp kaldı... ne önde kimse vardı, ne artta!
  • گشت حیران آن حلیمه زان صدا ** نه کسی در پیش نه سوی قفا
  • Altı cihette de kimse yoktu... fakat bu canlar feda olası ses, ardı ardına gelip durmaktaydı. 925
  • شش جهت خالی ز صورت وین ندا ** شد پیاپی آن ندا را جان فدا
  • Halime, o güzel ses nereden geliyor, kim söylüyor diye araştırmak üzere Mustafa’yı yere bıraktı.
  • مصطفی را بر زمین بنهاد او ** تا کند آن بانگ خوش را جست و جو
  • Her tarafa göz gezdirdi... o sırlar açan, gizli şeyler söyleyen padişah nerede diye her tarafa baktı.
  • چشم می‌انداخت آن دم سو به سو ** که کجا است این شه اسرارگو
  • Yarabbi, böyle yüce bir ses sağdan, soldan gelmede... Fakat söyleyen kim? diyordu.
  • کین چنین بانگ بلند از چپ و راست ** می‌رسد یا رب رساننده کجاست
  • Kimseyi göremeyince şaşırdı, ümidi kesildi, söyleyeni bulamayacağını anladı... Söğüt dalı gibi her tarafı tir tir titriyordu.
  • چون ندید او خیره و نومید شد ** جسم لرزان هم‌چو شاخ بید شد
  • Tekrar o aklı başında olan çocuğu bıraktığı yere döndü... Bir de ne baksın, Mustafa, koyduğu yerde yok! 930
  • باز آمد سوی آن طفل رشید ** مصطفی را بر مکان خود ندید
  • Büsbütün şaşırdı... Konağı dertlerle karardı âdeta!
  • حیرت اندر حیرت آمد بر دلش ** گشت بس تاریک از غم منزلش
  • Şu yana, bu yana koşup bağırmaya, bir tanecik incimi kim aldı benim diye feryat etmeye başladı.
  • سوی منزلها دوید و بانگ داشت ** که کی بر دردانه‌ام غارت گماشت
  • Mekkeliler biz bilmiyoruz... Hatta orada bir çocuk olduğunu bile görmedik dediler.
  • مکیان گفتند ما را علم نیست ** ما ندانستیم که آنجا کودکیست
  • Halime öyle bir feryat edip ağlamaya başladı ki onun ağlamasını görüp başkaları da ağladılar!
  • ریخت چندان اشک و کرد او بس فغان ** که ازو گریان شدند آن دیگران
  • Göğsünü döverek öyle yanık yanık ağlıyordu ki ağlamasına bakıp yıldızlar bile ağlamaya koyuldular! 935
  • سینه کوبان آن چنان بگریست خوش ** که اختران گریان شدند از گریه‌اش
  • Halime’yi, yardım istemek üzere putlara götüren ihtiyar Arap
  • حکایت آن پیر عرب کی دلالت کرد حلیمه را به استعانت به بتان
  • Bu sırada ihtiyar bir adam, elindeki sopasını kaka kaka çıkageldi. Dedi ki: “A Halime, başına ne geldi senin?
  • پیرمردی پیشش آمد با عصا ** کای حلیمه چه فتاد آخر ترا
  • Neden böyle ağlıyor, yasla ciğerler dağlıyorsun?”
  • که چنین آتش ز دل افروختی ** این جگرها را ز ماتم سوختی
  • Halime “Ben Ahmed’in inanılır, güvenilir sütninesiyim... Onu atasına teslim etmek üzere getirdim.
  • گفت احمد را رضیعم معتمد ** پس بیاوردم که بسپارم به جد
  • Fakat Hatîme gelince kulağıma havadan sesler gelmeye başladı.
  • چون رسیدم در حطیم آوازها ** می‌رسید و می‌شنیدم از هوا
  • Gökten gelen o sesleri duyunca çocuğu oraya bıraktım... 940
  • من چو آن الحان شنیدم از هوا ** طفل را بنهادم آنجا زان صدا
  • Bu sözleri kim söylüyor, göreyim dedim... Çünkü pek lâtif, pek güzel bir sesti o.
  • تا ببینم این ندا آواز کیست ** که ندایی بس لطیف و بس شهیست
  • Ne etrafımda kimseyi gördüm, ne de bir an o ses kesildi.
  • نه از کسی دیدم بگرد خود نشان ** نه ندا می منقطع شد یک زمان
  • Şaşırıp kaldım, şaşkınlıkla şuraya buraya giderken bir de baktım ki çocuk, koyduğum yerde yok... Eyvahlar olsun, yazık oldu bana!”
  • چونک واگشتم ز حیرتهای دل ** طفل را آنجا ندیدم وای دل
  • İhtiyar, “Meraklanma, kederlenme... Ben sana bir padişah göstereyim.
  • گفتش ای فرزند تو انده مدار ** که نمایم مر ترا یک شهریار
  • O sana çocuğun ne olduğunu, nereye gittiğini, nerede bulunduğunu söyler” dedi. 945
  • که بگوید گر بخواهد حال طفل ** او بداند منزل و ترحال طفل
  • Halime, canım feda olsun sana ey güzel yüzlü, tatlı sözlü ihtiyar!
  • پس حلیمه گفت ای جانم فدا ** مر ترا ای شیخ خوب خوش‌ندا
  • Hadi, hemen bana o yüce bakışlı padişahı göster de çocuğun halinden haber alayım, dedi.
  • هین مرا بنمای آن شاه نظر ** کش بود از حال طفل من خبر
  • İhtiyar, Halime’yi Uzza’nın yanına götürdü... Dedi ki: “Bu put, kayıpları haber vermede tecrübe edilmiştir.
  • برد او را پیش عزی کین صنم ** هست در اخبار غیبی مغتنم
  • Biz, ona tapı kılarak vardık mı binlerce kaybımızı bulmuştur.”
  • ما هزاران گم شده زو یافتیم ** چون به خدمت سوی او بشتافتیم
  • İhtiyar, puta secde edip derhal “Ey Arabın velinimeti, ey cömertlik denizi! 950
  • پیر کرد او را سجود و گفت زود ** ای خداوند عرب ای بحر جود
  • Ey uzza! Sen bize nice lütuflarda bulundun da biz tuzaklardan kurtulduk.
  • گفت ای عزی تو بس اکرامها ** کرده‌ای تا رسته‌ایم از دامها
  • Lütufların yüzünden Arap’ta hakkın var... Arab’ın sana ram olması farz olmuştur.
  • بر عرب حقست از اکرام تو ** فرض گشته تا عرب شد رام تو