English    Türkçe    فارسی   

5
1687-1736

  • Çeşme yaparsa su veririm, ateş yaparsa ziya.
  • گر مرا چشمه کند آبی هم  ** ور مرا آتش کند تابی دهم 
  • Yağmur yaparsa yağar, harmana feyiz ve bereket veririm, ok yaparsa bedene saplanırım.
  • گر مرا باران کند خرمن دهم  ** ور مرا ناوک کند در تن جهم 
  • Yılan yaparsa zehirlerim, yardim ederse hizmette bulunurum.
  • گر مرا ماری کند زهر افکنم  ** ور مرا یاری کند خدمت کنم 
  • Ben iki parmağın arasındaki kalem gibiyim. İbadet safında mütereddit değilim. 1690
  • من چو کلکم در میان اصبعین  ** نیستم در صف طاعت بین بین 
  • Azrail toprağı söze tuttu; o sırada o köhne topraktan bir avuç kaptı.
  • خاک را مشغول کرد او در سخن  ** یک کفی بربود از آن خاک کهن 
  • Yeryüzünden sihirbazca bir avuç toprak aldı, halbuki toprak, sözle meşguldü, ondan haberi bile olmadı.
  • ساحرانه در ربود از خاکدان  ** خاک مشغول سخن چون بی‌خودان 
  • O bir avuç toprağı yeryüzünün rızası olmadan aldı, kaçmak isteyen, ayakları gerisin geriye giden çocuğu nasıl zorla mektebe götürürlerse öylece Tanrı tapısına götürdü.
  • برد تا حق تربت بی‌رای را  ** تا به مکتب آن گریزان پای را 
  • Tanrı dedi ki: Apaydın bilgim hakki için seni bu halkın celladı yapacağım.
  • گفت یزدان که به علم روشنم  ** که ترا جلاد این خلقان کنم 
  • Azrail dedi ki: Yarabbi, halk bana düşman olur. halkın ölüm çağında boğazını siktim mi herkes bana düşman kesilir. 1695
  • گفت یا رب دشمنم گیرند خلق  ** چون فشارم خلق را در مرگ حلق 
  • Yüce Tanrım, reva görür müsün halk benden nefret etsin, bana düşman olsun?
  • تو روا داری خداوند سنی  ** که مرا مبغوض و دشمن‌رو کنی 
  • Tanrı dedi ki: Ben, sıtma ve humma, kulunç, yaralanma, gibi öyle sebepler yaratırım ki,
  • گفت اسبابی پدید آرم عیان  ** از تب و قولنج و سرسام و سنان 
  • Onlar gözlerini senden çevirirler, o hastalıklara, o sebeplere üç kat sarılırlar, yalnız onları görürler.
  • که بگردانم نظرشان را ز تو  ** در مرضها و سببهای سه تو 
  • Azrail, “Yarabbi, Yüce Tanrım, öyle kullarında vardır ki onlar, sebepleri yırtarlar.
  • گفت یا رب بندگان هستند نیز  ** که سببها را بدرند ای عزیز 
  • Gözleri sebeplerden geçer, senin ihsanınla perdeleri asar. 1700
  • چشمشان باشد گذاره از سبب  ** در گذشته از حجب از فضل رب 
  • Hal göz doktorundan birlik sürmesini çekerler de illetten de kurtulurlar sebepten de.
  • سرمه‌ی توحید از کحال حال  ** یافته رسته ز علت و اعتلال 
  • Ne hummaya bakarlar, ne kulunca, ne basura, bu sebeplere hiç ehemmiyet vermezler.
  • ننگرند اندر تب و قولنج و سل  ** راه ندهند این سببها را به دل 
  • Çünkü bu illetlerin her birinin devası vardır. Deva kabul etmeyen illet kaza ve kaderdir.
  • زانک هر یک زین مرضها را دواست  ** چون دوا نپذیرد آن فعل قضاست 
  • Bilki her hastalığın mutlaka bir devası vardır. Soğuk illetinin devası nasıl kürk giymekse.
  • هر مرض دارد دوا می‌دان یقین  ** چون دوای رنج سرما پوستین 
  • Fakat Tanrı, bir adamı dondurmayı murat ederse soğuk, yüz tane kürk giyse yüzünden de tesir eder. 1705
  • چون خدا خواهد که مردی بفسرد  ** سردی از صد پوستین هم بگذرد 
  • Bedeni öyle bir titremeye baslar ki, ne elbiseyle ısınır ne evle.
  • در وجودش لرزه‌ای بنهد که آن  ** نه به جامه به شود نه از آشیان 
  • Kaza ve kader geldi mi doktor aptallaşır. O ilaç da fayda verme hususunda yolunu şaşırır.
  • چون قضا آید طبیب ابله شود  ** وان دوا در نفع هم گمره شود 
  • Ahmakları avlayan bu sebepler, nasıl olur da can gözü açık olanın anlayışına perde olur?
  • کی شود محجوب ادراک بصیر  ** زین سببهای حجاب گول‌گیر 
  • Göz sağlam oldu mu aslı görür. Fakat insan şaşı olursa aslı değil de fer’i görür” dedi.
  • اصل بیند دیده چون اکمل بود  ** فرع بیند چونک مرد احول بود 
  • Tanrıdan, Ey Azrail, sebepleri, hastalıkları, kılıç yarasını görmeyen, senin yaptığın işi de görmez. O sebeplerden daha gizlisin ama sen de sebepsin. Hatta o hastaya "Tanrı, ona sizden yakındır ama siz görmezsiniz" sırrı bile gizli kalmaz.
  • جواب آمدن کی آنک نظر او بر اسباب و مرض و زخم تیغ نیاید بر کار تو عزرائیل هم نیاید کی تو هم سببی اگر چه مخفی‌تری از آن سببها و بود کی بر آن رنجور مخفی نباشد کی و هو اقرب الیه منکم و لکن لا تبصرون 
  • Tanrı dedi ki: Aslı bilen kişi, nasıl olur da arada seni görür? 1710
  • گفت یزدان آنک باشد اصل دان  ** پس ترا کی بیند او اندر میان 
  • Kendini halktan gizledin ama sırları apaydın görenlerce sen de bir perdesin.
  • گرچه خویش را عامه پنهان کرده‌ای  ** پیش روشن‌دیدگان هم پرده‌ای 
  • Onlara ecel, şeker gibi tatlı gelirken Artık gözleri dünya devlet ve ikbaline sarhoş olur mu?
  • وانک ایشان را شکر باشد اجل  ** چون نظرشان مست باشد در دول 
  • Onlarca bedene ait olan ölüm, acı değildir. Çünkü onlar, kuyudan, zindandan çayırlığa, çimenliğe gidiyorlar.
  • تلخ نبود پیش ایشان مرگ تن  ** چون روند از چاه و زندان در چمن 
  • Bu ıstıraplarla dolu alemden kurtuluyorlar. İnsan bir hiçin kayboluşuna ağlar mı?
  • وا رهیدند از جهان پیچ‌پیچ  ** کس نگرید بر فوات هیچ هیچ 
  • Padişaha mensup birisi zindanın burcunu yıksa zindandakinin gönlü, ona incinir mi? 1715
  • برج زندان را شکست ارکانیی  ** هیچ ازو رنجد دل زندانیی 
  • Yazık, şu mermer taşı kırdı da canımızı, ruhumuzu hapisten kurtardı.
  • کای دریغ این سنگ مرمر را شکست  ** تا روان و جان ما از حبس رست 
  • O güzelim mermer, o yüce taş, zindanın burcuna ne yakışıyordu, ne de güzel uymuştu.
  • آن رخام خوب و آن سنگ شریف  ** برج زندان را بهی بود و الیف 
  • Nasıl oldu da kırdı, beni de hapisten kurtardı? Bu suça karşılık elini kırmalı onun der mi?
  • چون شکستش تا که زندانی برست  ** دست او در جرم این باید شکست 
  • Hapisten çıkarılıp dar ağacına götürülen kişiden başka hiçbir mahpus böyle saçma bir söz söylemez.
  • هیچ زندانی نگوید این فشار  ** جز کسی کز حبس آرندش به دار 
  • Birisine, yılan zehrinden kurtarıp şeker verseler bu hal, o adama hiç acı gelir mi? 1720
  • تلخ کی باشد کسی را کش برند  ** از میان زهر ماران سوی قند 
  • Can beden kavgasından kurtulur. Beden ayağı olmaksızın gönül kanadıyla uçmaya başlar.
  • جان مجرد گشته از غوغای تن  ** می‌پرد با پر دل بی‌پای تن 
  • Hani zindanın kuyusuna hapsedilen adamın uyuyup rüyasında gül bahçesini görmesi gibi.
  • هم‌چو زندانی چه که اندر شبان  ** خسپد و بیند به خواب او گلستان 
  • Bu adam der ki: Tanrım, beni bedene döndürme de su gül bahçesinde bir salınıp gezineyim.
  • گوید ای یزدان مرا در تن مبر  ** تا درین گلشن کنم من کر و فر 
  • Tanrı da duan kabul edildi, dönme der. Doğrusunu Tanrı daha iyi bilir ya.
  • گویدش یزدان دعا شد مستجاب  ** وا مرو والله اعلم بالصواب 
  • Bu çeşit rüya bir bak ne hoştur. Adam, ölümünü görmeden cennete gitmede. 1725
  • این چنین خوابی ببین چون خوش بود  ** مرگ نادیده به جنت در رود 
  • Artık hiç o adam, uyanmaya hasret çeker, kuyunun dibinde zincirlere, bukağılara vurulmuş olarak yaşamayı arzular mı?
  • هیچ او حسرت خورد بر انتباه  ** بر تن با سلسله در قعر چاه 
  • İnanmışsan artık savaş safına gel ki senin meclisin gökyüzündedir.
  • مومنی آخر در آ در صف رزم  ** که ترا بر آسمان بودست بزم 
  • Yüzlerce ulaşma ümidiyle kalk, ey kul, mihrap önündeki mum gibi dinel.
  • بر امید راه بالا کن قیام  ** هم‌چو شمعی پیش محراب ای غلام 
  • Başı kesilmiş mum gibi bütün gece arayıp isteme yüzünden ağla, gözyaşları dök, yan dur.
  • اشک می‌بار و همی‌سوز از طلب  ** هم‌چو شمع سر بریده جمله شب 
  • Yemekten, içmekten ağzını yum, gök sofrasına koş. 1730
  • لب فرو بند از طعام و از شراب  ** سوی خوان آسمانی کن شتاب 
  • Her an ümidini gökyüzüne bağla. Gökyüzü havası ile söğüt gibi titre.
  • دم به دم بر آسمان می‌دار امید  ** در هوای آسمان رقصان چو بید 
  • Sana anbean gökten su ve ateş gelip durmada. Rızkını arttırmadadır.
  • دم به دم از آسمان می‌آیدت  ** آب و آتش رزق می‌افزایدت 
  • Seni de oraya götürürse şaşma. Aczine bakma isteğine bak.
  • گر ترا آنجا برد نبود عجب  ** منگر اندر عجز و بنگر در طلب 
  • Çünkü bu istek, sende Tanrının bir emanetidir. Her isteyen kişinin istenmesi yerindedir.
  • کین طلب در تو گروگان خداست  ** زانک هر طالب به مطلوبی سزاست 
  • Çalış da bu istek artsın. Bu suretle de gönlün şu ten kuyusundan çıksın. 1735
  • جهد کن تا این طلب افزون شود  ** تا دلت زین چاه تن بیرون شود 
  • Halk, filan yoksul öldü desinler, sen de a gafiller diriyim ben.
  • خلق گوید مرد مسکین آن فلان  ** تو بگویی زنده‌ام ای غافلان