English    Türkçe    فارسی   

6
4151-4200

  • سر نخواهی برد هیچ از تیغ تو ** ای بگفته لاف کذب آمیغ تو
  • Ey bilgisizlikten batıl sözler söyleyip duran! Kesik başlarla dolu olan hendeği gör.
  • بنگر ای از جهل گفته ناحقی  ** پر ز سرهای بریده خندقی 
  • Bu gürültü yüzünden dibinden ta ağzına kadar kesik başlarla doludur bu hendek.
  • خندقی از قعر خندق تا گلو  ** پر ز سرهای بریده زین غلو 
  • Bu başların sahipleri hep bu işe giriştiler; bu dava yüzünden başlarını verdiler.
  • جمله اندر کار این دعوی شدند  ** گردن خود را بدین دعوی زدند 
  • Kendine gel de ibret gözünü aç, bunları gör; böyle bir davaya girişmeye kalkma. 4155
  • هان ببین این را به چشم اعتبار  ** این چنین دعوی میندیش و میار 
  • Kardeş, sen bu işe giriştin ama ömrümüzü bize zehir edeceksin.
  • تلخ خواهی کرد بر ما عمر ما  ** کی برین می‌دارد ای دادر ترا 
  • Birisi, körlükle ve bilmeden yüzyıl yürürse o aştığı yol, yoldan sayılmaz.
  • گر رود صد سال آنک آگاه نیست  ** بر عما آن از حساب راه نیست 
  • Silahsız savaşa gitme. Korkusuzlar gibi tehlikeye atılma.
  • بی‌سلاحی در مرو در معرکه  ** هم‌چو بی‌باکان مرو در تهلکه 
  • Kardeşleri, bu sözler söylediler ama o sabırsız şehzade dedi ki: Bana bu sözlerden nefret geliyor.
  • این همه گفتند و گفت آن ناصبور  ** که مرا زین گفته‌ها آید نفور 
  • Göğüs ateşle dolu bir mangala benziyor. Ekin kemale geldi artık orak zamanı. 4160
  • سینه پر آتش مرا چون منقل است  ** کشت کامل گشت وقت منجل است 
  • Gönülde bir sabır vardı, şimdi o da kalmadı. Sabrın yerine aşk gelip oturdu.
  • صدر را صبری بد اکنون آن نماد  ** بر مقام صبر عشق آتش نشاند 
  • Aşkın doğduğu gece sabrım öldü. O ölüp gitti. Tanrı sizlere ömür versin.
  • صبر من مرد آن شبی که عشق زاد  ** درگذشت او حاضران را عمر باد 
  • Ey söz söyleyen! Ben söz söylemeden de geçtim, dinlemeden de. Artık soğuk demir döğmeye kalkışma.
  • ای محدث از خطاب و از خطوب  ** زان گذشتم آهن سردی مکوب 
  • Hey gidi hey… Ben, baş aşağı gelmişim, ayağımı bırak benim. Nerde benim bedenimin cüzlerinde bir akıllı fikir?
  • سرنگونم هی رها کن پای من  ** فهم کو در جمله‌ی اجزای من 
  • Ben deveyim, gücüm yettikçe yük çekerim. Düştüm mü kesilmem daha yeğ. 4165
  • اشترم من تا توانم می‌کشم  ** چون فتادم زار با کشتن خوشم 
  • Kesik başlarla dolu yüzlerce hendek olsa benim derdime karşı ancak bir eğlencedir bu.
  • پر سر مقطوع اگر صد خندق است  ** پیش درد من مزاج مطلق است 
  • Artık ben heva ve heves davulunu korkumdan kilim altında çalmayacağım.
  • من نخواهم زد دگر از خوف و بیم  ** این چنین طبل هوا زیر گلیم 
  • Ben artık sahraya bayrak dikeceğim. Ya başımı vereceğim, ya sevgiliyi göreceğim.
  • من علم اکنون به صحرا می‌زنم  ** یا سراندازی و یا روی صنم 
  • O şarabı içmeye layık olmayan boğazın kılıçlarla, hançerlerle kesilmesi daha iyi.
  • حلق کو نبود سزای آن شراب  ** آن بریده به به شمشیر و ضراب 
  • Onun vuslatıyla aydınlanmayan gözün, ağarması kör olması daha yeğ. 4170
  • دیده کو نبود ز وصلش در فره  ** آن چنان دیده سپید کور به 
  • Onun sırrına mahrem olmayan kulağı kökünden kopar. O başta hoş görünmez.
  • گوش کان نبود سزای راز او  ** بر کنش که نبود آن بر سر نکو 
  • O cömertliğe sahip olmayan elin kasap satırıyla kırılması daha hoş.
  • اندر آن دستی که نبود آن نصاب  ** آن شکسته به به ساطور قصاب 
  • Onun yürüyüşüne can vermeyen, onun nerkis bahçesine canla başla gitmeyen ayak yok mu?
  • آنچنان پایی که از رفتار او  ** جان نپیوندد به نرگس زار او 
  • O çeşit ayağın bukağıya vurulması daha doğrudur. O çeşit ayak nihayet başa dert olur.
  • آنچنان پا در حدید اولیترست  ** که آنچنان پا عاقبت درد سرست 
  • Dileğinin Tanrı tarafından kendi vehminde bile olmayan başka bir taraftan ve başka bir iş yüzünden verileceğini bilse bile bir iş için çalışıp çabalayan kişinin yine bütün vehmi ve ümidi, o muayyen yola bağlıdır; o kapının halkasını çalar durur. Fakat ulu Tanrı, o rızkı hiç düşünmediği bir başka kapıdan da verebilir. “Kulu hesaplamadığı yerden rızıklandırır” “Kul tedbirde bulunur, Tanrı takdir eder.” Olabilir ki kul, bir kulluk vehmine düşer, der ki: Ben bu kapının halkasını vuruyorum ama Tanrı, dileğimi başka bir kapıdan da verebilir. Ulu Tanrı, onu bu kapıdan da rızıklandırır, başka kapıdan da. Hasılı bütün bu kapılar, bir konağın kapılarıdır.
  • بیان مجاهد کی دست از مجاهده باز ندارد اگر چه داند بسطت عطاء حق را کی آن مقصود از طرف دیگر و به سبب نوع عمل دیگر بدو رساند کی در وهم او نبوده باشد او همه وهم و اومید درین طریق معین بسته باشد حلقه‌ی همین در می‌زند بوک حق تعالی آن روزی را از در دیگر بدو رساند کی او آن تدبیر نکرده باشد و یرزقه من حیث لا یحتسب العبد یدبر والله یقدر و بود کی بنده را وهم بندگی بود کی مرا از غیر این در برساند اگر چه من حلقه‌ی این در می‌زنم حق تعالی او را هم ازین در روزی رساند فی‌الجمله این همه درهای یکی سرایست مع تقریره 
  • Ya bu yolda muradıma erişirim, yahut doğan gibi o yoldan döner yine yurduma gelirim. 4175
  • یا درین ره آیدم آن کام من  ** یا چو باز آیم ز ره سوی وطن 
  • Belki muradıma erişmem sefere bağlıdır. Seferde bulamaz isem belki de oturduğum yerde bulurum.
  • بوک موقوفست کامم بر سفر  ** چون سفر کردم بیابم در حضر 
  • Sevgiliyi öyle bir arayayım ki onu aramaya lüzum olmadığını bilinceye kadar bu aramadan vazgeçmeyeyim.
  • یار را چندین بجویم جد و چست  ** که بدانم که نمی‌بایست جست 
  • Zamanenin çevresinde dönüp dolaşmadıkça o beraberlik, kulağıma girer mi benim?
  • آن معیت کی رود در گوش من  ** تا نگردم گرد دوران زمن 
  • Uzun ve uzak yerlere düşmeden bu beraberlik sırrını nasıl anlayabilirim?
  • کی کنم من از معیت فهم راز  ** جز که از بعد سفرهای دراز 
  • Tanrı, kullarıyla beraber olduğunu anlattı, sonra da bu sırrı gönlün aksetsin, bununla kanaat etmesin, bu sırrı araştırsın diye gönülü mühürledi. 4180
  • حق معیت گفت و دل را مهر کرد  ** تا که عکس آید به گوش دل نه طرد 
  • Gönül seferlere düştü yollar aştı… Ondan sonra gönüldeki mührü açtı.
  • چون سفرها کرد و داد راه داد  ** بعد از آن مهر از دل او بر گشاد 
  • Hesaptaki iki yanlış gibi hani. O iki yanlıştan sonra hesap aydınlanır, doğrulur ya, tıpkı onun gibi.
  • چون خطایین آن حساب با صفا  ** گرددش روشن ز بعد دو خطا 
  • Fakat seferden sonra der ki: Bu beraberliği bilseydim hiç onu arar mıydım?
  • بعد از آن گوید اگر دانستمی  ** این معیت را کی او را جستمی 
  • İyi ama onu anlamak sefere bağlıdır. O anlayış keskin fikirlerle elde edilmez ki.
  • دانش آن بود موقوف سفر  ** ناید آن دانش به تیزی فکر 
  • Hani Şeyh’in borcunun verilmesi de o çocuğun ağlamasına bağlıydı ya. 4185
  • آنچنان که وجه وام شیخ بود  ** بسته و موقوف گریه‌ی آن وجود 
  • Helvacı çocuk, zarı, zarı ağladı da o ulular Şeyhinin borcunu ödediler.
  • کودک حلواییی بگریست زار  ** توخته شد وام آن شیخ کبار 
  • Bu manevi hikaye, bundan önce “Mesnevi” içinde söylendi.
  • گفته شد آن داستان معنوی  ** پیش ازین اندر خلال مثنوی 
  • Ondan başka bir yerden tamah etmeyesin diye bir yerden gönlüne bir korkudur düşer.
  • در دلت خوف افکند از موضعی  ** تا نباشد غیر آنت مطمعی 
  • Fakat bu tamaha bir başka fayda verir; o muradın başka bir kimseden meydana gelir.
  • در طمع فایده‌ی دیگر نهد  ** وآن مرادت از کسی دیگر دهد 
  • Ey bir yere sıkıca bağlanan, maksadını oradan uman, o yüce ağaçtan meyve elde edeyim diyen! 4190
  • ای طمع در بسته در یک جای سخت  ** که آیدم میوه از آن عالی‌درخت 
  • O maksadın, oradan olmaz da Tanrı onu başka bir yerden verir.
  • آن طمع زان جا نخواهد شد وفا  ** بل ز جای دیگر آید آن عطا 
  • Peki… O şeyi sana umduğun taraftan vermeyecekti de neden o tamahı sana verdi?
  • آن طمع را پس چرا در تو نهاد  ** چون نخواستت زان طرف آن چیز داد 
  • Gönlüne bir hayret gelsin diye; bir hikmet bir kudret göstermek için.
  • از برای حکمتی و صنعتی  ** نیز تا باشد دلت در حیرتی 
  • Ey fayda dileyen! Muradım acaba nereden meydana gelecek diye gönlün hayran olsun diye.
  • تا دلت حیران بود ای مستفید  ** که مرادم از کجا خواهد رسد 
  • Bu suretle kendi aczini, bilgisizliğini bilirsin de gayba olan inanın büsbütün fazlalaşır. 4195
  • تا بدانی عجز خویش و جهل خویش  ** تا شود ایقان تو در غیب بیش 
  • Gönlüm de menfaat gelecek yerde hayrete düşer. Acaba bu tamahtan bu ümitten ne hasıl olacak dersin.
  • هم دلت حیران بود در منتجع  ** که چه رویاند مصرف زین طمع 
  • Terzilikten rızık umarsın, sağ oldukça terzilikle geçinir giderim dersin.
  • طمع داری روزیی در درزیی  ** تا ز خیاطی بی زر تا زیی 
  • Derken rızkın kuyumculuktan meydana geliverir. Halbuki o vehmine bile gelmemişti senin.
  • رزق تو در زرگری آرد پدید  ** که ز وهمت بود آن مکسب بعید 
  • Peki, o rızık oradan meydana gelmeyecekti de terziliğe tamahın nedendi?
  • پس طمع در درزیی بهر چه بود  ** چون نخواست آن رزق زان جانب گشود 
  • Tanrı bilgisindeki eşsiz, örneksiz bir hikmet yüzündendi. Tanrı, onu ezelde öyle yazmıştı. 4200
  • بهر نادر حکمتی در علم حق  ** که نبشت آن حکم را در ما سبق