English    Türkçe    فارسی   

2
3022-3046

  • پس حقایق را که اصل اصلهاست ** دان که آن جا فرق‏ها و فصل‏هاست‏
  • Asılların aslı olan hakikatlerin de, bil ki, farkları, ayrılıkları vardır.
  • نه حیاتش چون حیات او بود ** نه مماتش چون ممات او بود
  • Ne hayatı onun hayatına benzer, ne mematı onun mematına.
  • گور او هرگز چو گور او مدان ** خود چه گویم حال فرق آن جهان‏
  • Hatta kabrini bile öbürünün kabri gibi sanma. O cihanın farkını ben nasıl söyleyeyim?
  • بر محک زن کار خود ای مرد کار ** تا نسازی مسجد اهل ضرار 3025
  • Ey iş eri, sen işini mehenge vur da bir Mescid’i Dırâr da sen yapma.
  • بس بر آن مسجد کنان تسخر زدی ** چون نظر کردی تو خود ز یشان بدی‏
  • Sen o mescit yapanları kınıyor, onlarla alay ediyorsun ama gözünü çevirip baksan görürsün ki sen de onlardansın!
  • حکایت هندو که با یار خود جنگ می‏کرد بر کاری و خبر نداشت که او هم بدان مبتلاست‏
  • Bir iş için savaşan, fakat kendisinin de o hale müptelâ olduğundan haberi olmayan Hintli
  • چار هندو در یکی مسجد شدند ** بهر طاعت راکع و ساجد شدند
  • Dört Hintli bir mescitte Allah’a ibadet için namaza durmuşlar, rükû ve sücuda koyulmuşlardı.
  • هر یکی بر نیتی تکبیر کرد ** در نماز آمد به مسکینی و درد
  • Her biri niyet edip tekbir alarak huzur ve huşuyla namaz kılmaktaydı.
  • موذن آمد از یکی لفظی بجست ** کای موذن بانگ کردی وقت هست‏
  • Bu sırada müezzin içeriye girdi. Hintlilerin birisinin ağzından bilâihtiyar bir söz çıktı; “ Müezzin, ezanı okudun mu, yoksa vakit var mı?”
  • گفت آن هندوی دیگر از نیاز ** هی سخن گفتی و باطل شد نماز 3030
  • Öbür Hintli, namaz içinde olduğu halde “ Sus yahu, konuştun, namazın bozuldu.” dedi.
  • آن سوم گفت آن دوم را ای عمو ** چه زنی طعنه بر او خود را بگو
  • Üçüncü Hintli ikincisine dedi ki : “Onu ne kınıyorsun baba, kendi derdine bak, kendini kına!”
  • آن چهارم گفت حمد الله که من ** در نیفتادم به چه چون آن سه تن‏
  • Dördüncü “Hamd olsun ben, üçünüz gibi kuyuya düşmedim” dedi.
  • پس نماز هر چهاران شد تباه ** عیب گویان بیشتر گم کرده راه‏
  • Hulasâ dördünün de namazı bozuldu. Âlemin ayıbını söyleyen daha fazla yol kaybeder.
  • ای خنک جانی که عیب خویش دید ** هر که عیبی گفت آن بر خود خرید
  • Ne mutlu o kişiye ki kendi ayıbını görür. Kim birisinin ayıbını görürse o alınır, o ayıbı kendisinde bulur.
  • ز انکه نیم او ز عیبستان بده ست ** و آن دگر نیمش ز غیبستان بده ست‏ 3035
  • Çünkü insanın yarısı ayıptandır, yarısı gayıptan!
  • چون که بر سر مر ترا ده ریش هست ** مرهمت بر خویش باید کار بست‏
  • Mademki başında onlarca yara var, merhemini başına vurmalısın.
  • عیب کردن ریش را داروی اوست ** چون شکسته گشت جای ارحمواست‏
  • Yarayı ayıplamak, ona merhem koymaktır. Sınık bir hale düştü mü “ Bir kavmin azizi zelil oldu mu acıyın ona” hadîsine mazhar olur.
  • گر همان عیبت نبود ایمن مباش ** بو که آن عیب از تو گردد نیز فاش‏
  • Sende o ayıp yoksa da yine emin olma. Olabilir ki o ayıbı sen de yaparsın, günün birin de o ayıp, senden de zuhur edebilir.
  • لا تخافوا از خدا نشنیده‏ای ** پس چه خود را ایمن و خوش دیده‏ای‏
  • Allahtan “Emin olmayın” sözünü duymadın mı? Peki, o halde neden müsterih ve emin oluyorsun?
  • سالها ابلیس نیکو نام زیست ** گشت رسوا بین که او را نام چیست‏ 3040
  • İblis, yıllarca iyi adla anılarak yaşadığı halde nihayet bak, nasıl rüsvay oldu, adı ne oldu?
  • در جهان معروف بد علیای او ** گشت معروفی بعکس ای وای او
  • Yüceliği âlemde tanınmıştı; aksiyle tanındı, yazık!
  • تا نه ای ایمن تو معروفی مجو ** رو بشو از خوف پس بنمای رو
  • Emin değilsen, tanınmayı isteme. Yürü, yüzünü korkuyla yıka da sonra göster.
  • تا نروید ریش تو ای خوب من ** بر دگر ساده ز نخ طعنه مزن‏
  • Güzelim, sakalın çıkmıyorsa başka sakalsızları kınama.
  • این نگر که مبتلا شد جان او ** در چهی افتاد تا شد پند تو
  • Şu işe bak: Şeytan, belâlara düştü de sana ibret oldu.
  • تو نیفتادی که باشی پند او ** زهر او نوشید تو خور قند او 3045
  • Sen belâya uğrayıp ona ibret olmadın o zehri içti, sen şerbetini iç (ibret almana bak!).
  • قصد کردن غزان به کشتن یک مردی تا آن دگر بترسد
  • Oğuzların, birini korkutmak için başka birini öldürmeye kalkışmaları
  • آن غزان ترک خونریز آمدند ** بهر یغما بر دهی ناگه زدند
  • Kan dökücü Oğuz Türkleri, malları yağma etmek üzere bir köye girdiler.