English    Türkçe    فارسی   

4
911-935

  • دیده در وقتی که شد حیران و دنگ ** که سخن گفت و اشارت کرد سنگ
  • Şaşırıp kaldığı sıralarda taşın söz söylediğini, işarette bulunduğunu görmüşte büsbütün hayretlere dalmıştır!
  • نرد خدمت چون بنا موضع بباخت ** شیر سنگین را شقی شیری شناخت
  • O kötü kişi, ibadet tavlasını yerinde oynamamıştır da bu yüzden taştan aslanı sahici aslan sanmıştır.
  • از کرم شیر حقیقی کرد جود ** استخوانی سوی سگ انداخت زود
  • Hakiki aslan da, kereminden cömertlik etmiş, hemencecik köpeğin önüne bir kemik fırlatıp atmış...
  • گفت گرچه نیست آن سگ بر قوام ** لیک ما را استخوان لطفیست عام
  • O köpek, doğru özlü değil ama bizim kemik verişimiz umumî bir lütûftur, demiştir!
  • قصه‌ی یاری خواستن حلیمه از بتان چون عقیب فطام مصطفی را علیه‌السلام گم کرد و لرزیدن و سجده‌ی بتان و گواهی دادن ایشان بر عظمت کار مصطفی صلی‌الله علیه و سلم
  • Halime’nin Mustafa aleyhisselâm’ı sütten kesince kaybetmesi ve putlardan yardım istemesi, putların titreyip secdeye kapanmaları, Mustafa sallallahu aleyhi vesellem’in ululuğuna şahadet etmeleri
  • قصه‌ی راز حلیمه گویمت ** تا زداید داستان او غمت 915
  • Sana Halime’nin gizli hikâyesini söyleyeyim de gönlünden gam gitsin!
  • مصطفی را چون ز شیر او باز کرد ** بر کفش برداشت چون ریحان و ورد
  • Mustafa’yı sütten kesince fesleğen ve gül gibi elini alıp bağrına basarak...
  • می‌گریزانیدش از هر نیک و بد ** تا سپارد آن شهنشه را به جد
  • Her iyi ve kötüden kaçırıp esirgeyerek o padişahlar padişahını atasına teslim etmek üzere Mekke’ye geldi.
  • چون همی آورد امانت را ز بیم ** شد به کعبه و آمد او اندر حطیم
  • O emaneti, zayi etmeden korkarak Kâbe’ye geldi, Hatîm’e girdi.
  • از هوا بشنید بانگی کای حطیم ** تافت بر تو آفتابی بس عظیم
  • Fakat bu sırada havadan “Ey Hatîm, sana pek büyük bir güneş doğdu...
  • ای حطیم امروز آید بر تو زود ** صد هزاران نور از خورشید جود 920
  • Ey Hatîm, bugün sana cömertlik güneşinden yüz binlerce nur isabet ediverdi...
  • ای حطیم امروز آرد در تو رخت ** محتشم شاهی که پیک اوست بخت
  • Ey Hatîm, bugün sana, talih ve bahtın, ardında çavuş olduğu ulular ulusu bir padişah gelip kondu...
  • ای حطیم امروز بی‌شک از نوی ** منزل جانهای بالایی شوی
  • Şüphe yok ki yeni baştan yücelikler âlemine mensup canların konağı olacaksın...
  • جان پاکان طلب طلب و جوق جوق ** آیدت از هر نواحی مست شوق
  • Tertemiz canlar her yandan bölük bölük, takım takım, şevklerinden sarhoş olarak sana gelecekler” diye ses geliyordu.
  • گشت حیران آن حلیمه زان صدا ** نه کسی در پیش نه سوی قفا
  • Halime bu sese şaşırıp kaldı... ne önde kimse vardı, ne artta!
  • شش جهت خالی ز صورت وین ندا ** شد پیاپی آن ندا را جان فدا 925
  • Altı cihette de kimse yoktu... fakat bu canlar feda olası ses, ardı ardına gelip durmaktaydı.
  • مصطفی را بر زمین بنهاد او ** تا کند آن بانگ خوش را جست و جو
  • Halime, o güzel ses nereden geliyor, kim söylüyor diye araştırmak üzere Mustafa’yı yere bıraktı.
  • چشم می‌انداخت آن دم سو به سو ** که کجا است این شه اسرارگو
  • Her tarafa göz gezdirdi... o sırlar açan, gizli şeyler söyleyen padişah nerede diye her tarafa baktı.
  • کین چنین بانگ بلند از چپ و راست ** می‌رسد یا رب رساننده کجاست
  • Yarabbi, böyle yüce bir ses sağdan, soldan gelmede... Fakat söyleyen kim? diyordu.
  • چون ندید او خیره و نومید شد ** جسم لرزان هم‌چو شاخ بید شد
  • Kimseyi göremeyince şaşırdı, ümidi kesildi, söyleyeni bulamayacağını anladı... Söğüt dalı gibi her tarafı tir tir titriyordu.
  • باز آمد سوی آن طفل رشید ** مصطفی را بر مکان خود ندید 930
  • Tekrar o aklı başında olan çocuğu bıraktığı yere döndü... Bir de ne baksın, Mustafa, koyduğu yerde yok!
  • حیرت اندر حیرت آمد بر دلش ** گشت بس تاریک از غم منزلش
  • Büsbütün şaşırdı... Konağı dertlerle karardı âdeta!
  • سوی منزلها دوید و بانگ داشت ** که کی بر دردانه‌ام غارت گماشت
  • Şu yana, bu yana koşup bağırmaya, bir tanecik incimi kim aldı benim diye feryat etmeye başladı.
  • مکیان گفتند ما را علم نیست ** ما ندانستیم که آنجا کودکیست
  • Mekkeliler biz bilmiyoruz... Hatta orada bir çocuk olduğunu bile görmedik dediler.
  • ریخت چندان اشک و کرد او بس فغان ** که ازو گریان شدند آن دیگران
  • Halime öyle bir feryat edip ağlamaya başladı ki onun ağlamasını görüp başkaları da ağladılar!
  • سینه کوبان آن چنان بگریست خوش ** که اختران گریان شدند از گریه‌اش 935
  • Göğsünü döverek öyle yanık yanık ağlıyordu ki ağlamasına bakıp yıldızlar bile ağlamaya koyuldular!
  • حکایت آن پیر عرب کی دلالت کرد حلیمه را به استعانت به بتان
  • Halime’yi, yardım istemek üzere putlara götüren ihtiyar Arap