English    Türkçe    فارسی   

1
229-278

  • عاشقان جام فرح آن گه کشند ** که به دست خویش خوبانشان کشند
  • Âşıklar, ferah kadehini, güzellerin elleri ile öldürdükleri vakit içerler.
  • شاه آن خون از پی شهوت نکرد ** تو رها کن بد گمانی و نبرد 230
  • Padişah o kanı şehvet uğruna dökmedi. Suizanda bulunma, münakaşayı bırak!
  • تو گمان بردی که کرد آلودگی ** در صفا غش کی هلد پالودگی‌‌
  • Sen onun hakkında kötü ve pis iş işledi deyip fena bir zanda bulundun. Su süzülüp durulunca, berrak bir hale gelince bu berraklıkta bulanıklık ve tortu kalır mı, süzülüş suda tortu bırakır mı?
  • بهر آن است این ریاضت وین جفا ** تا بر آرد کوره از نقره جفا
  • Bu riyazetler, bu cefa çekmeler, ocağın posayı gümüşten çıkarması içindir.
  • بهر آن است امتحان نیک و بد ** تا بجوشد بر سر آرد زر زبد
  • İyinin, kötünün imtihanı, altının kaynayıp tortusunun üste çıkması içindir.
  • گر نبودی کارش الهام اله ** او سگی بودی دراننده نه شاه‌‌
  • Eğer işi Tanrı ilhamı olmasaydı o, yırtıcı bir köpek olurdu, padişah olmazdı.
  • پاک بود از شهوت و حرص و هوا ** نیک کرد او لیک نیک بد نما 235
  • Şehvetten de tertemizdi, hırstan da, nefis isteğinden de. Güzel bir iş yaptı, fakat zahiren kötü görünüyordu.
  • گر خضر در بحر کشتی را شکست ** صد درستی در شکست خضر هست‌‌
  • Hızır, denizde gemiyi deldiyse de onun bu delişinde yüzlerce sağlamlık var.
  • وهم موسی با همه نور و هنر ** شد از آن محجوب، تو بی‌‌پر مپر
  • O kadar nur ve hünerle beraber Mûsâ’nın vehmi, ondan mahcuptu; artık sen kanatsız uçmaya kalkışma!
  • آن گل سرخ است تو خونش مخوان ** مست عقل است او تو مجنونش مخوان‌‌
  • O, kırmızı güldür, sen ona kan deme. O, akıl sarhoşudur, sen ona deli adı takma!
  • گر بدی خون مسلمان کام او ** کافرم گر بردمی من نام او
  • Onun muradı Müslüman kanı dökmek olsaydı kâfirim, onun adını ağzıma alırsam!
  • می‌‌بلرزد عرش از مدح شقی ** بد گمان گردد ز مدحش متقی‌‌ 240
  • Arş kötü kişinin övülmesinden titrer; suçlardan ve şüpheli şeylerden korunan kişi de kötü methedilince, metheden kişi hakkında fena bir zanna düşer.
  • شاه بود و شاه بس آگاه بود ** خاص بود و خاصه‌‌ی الله بود
  • O padişahtı, hem de çok uyanık bir padişah. Has bir zattı, hem de Tanrı hası.
  • آن کسی را کش چنین شاهی کشد ** سوی بخت و بهترین جاهی کشد
  • Bir kişiyi böyle bir padişah öldürürse onu, iyi bir bahta eriştirir, en iyi bir makama çeker, yüceltir.
  • گر ندیدی سود او در قهر او ** کی شدی آن لطف مطلق قهر جو
  • Eğer onu kahretmede yine onun için bir fayda görmeseydi; o mutlak lütuf, nasıl olur da kahretmeyi isterdi?
  • بچه می‌‌لرزد از آن نیش حجام ** مادر مشفق در آن غم شاد کام‌‌
  • Çocuk hacamatçının neşterinden titrer durur, esirgeyen ana ise onun gamından sevinçlidir.
  • نیم جان بستاند و صد جان دهد ** آن چه در وهمت نیاید آن دهد 245
  • Yarı can alır, yüz can bağışlar. Senin vehmine gelmeyen o şey yok mu? Onu verir.
  • تو قیاس از خویش می‌‌گیری و لیک ** دور دور افتاده‌‌ای بنگر تو نیک‌‌
  • Sen kendince aklından bir kıyas yapmaktasın ama çok, pek çok uzaklara düşmüşsün; iyice bak!
  • حکایت بقال و طوطی و روغن ریختن طوطی در دکان‌‌
  • Bakkal ve dudunun hikâyesi, dudunun dükkândaki gülyağlarını dökmesi
  • بود بقالی و وی را طوطیی ** خوش نوایی سبز و گویا طوطیی‌‌
  • Bir bakkal vardı, onun bir de dudusu vardı. Yeşil, güzel sesli ve söyler duduydu.
  • بر دکان بودی نگهبان دکان ** نکته گفتی با همه سوداگران‌‌
  • Dükkânda dükkân bekçiliği yapar; bütün alışveriş edenlere hoş nükteler söyler, lâtifeler ederdi.
  • در خطاب آدمی ناطق بدی ** در نوای طوطیان حاذق بدی‌‌
  • İnsanlara hitap ederken insan gibi konuşurdu, dudu gibi ötmede de mahareti vardı.
  • جست از سوی دکان سویی گریخت ** شیشه‌‌های روغن گل را بریخت‌‌ 250
  • Dükkânın başköşesinden atıldı, bir tarafa kaçtı; gülyağı şişesini de döktü.
  • از سوی خانه بیامد خواجه‌‌اش ** بر دکان بنشست فارغ خواجه‌‌وش‌‌
  • Sahibi, evden çıkageldi. Tacircesine huzuru kalple dükkâna geçti oturdu.
  • دید پر روغن دکان و جامه چرب ** بر سرش زد گشت طوطی کل ز ضرب‌‌
  • Bir de baktı ki dükkân yağ içinde, elbisesi yağa bulaşmış. Dudunun başına bir vurdu; dudunun dili tutuldu, başı kel oldu.
  • روزکی چندی سخن کوتاه کرد ** مرد بقال از ندامت آه کرد
  • Dudu, birkaç günceğiz sesini kesti, söylemedi. Bakkal nedametten âh etmeye başladı.
  • ریش بر می‌‌کند و می‌‌گفت ای دریغ ** کافتاب نعمتم شد زیر میغ‌‌
  • Sakalını yolmakta, eyvah, demekteydi; nimet güneşim bulut altına girdi.
  • دست من بشکسته بودی آن زمان ** که زدم من بر سر آن خوش زبان‌‌ 255
  • O zaman keşke elim kırılsaydı; o güzel sözlünün başına nasıl oldu da vurdum?
  • هدیه‌‌ها می‌‌داد هر درویش را ** تا بیابد نطق مرغ خویش را
  • Kuşu, yine konuşsun diye yoksullara sadakalar vermekteydi.
  • بعد سه روز و سه شب حیران و زار ** بر دکان بنشسته بد نومید وار
  • Üç gün, üç gece sonra şaşkın ve meyus, ümitsiz bir halde dükkânda otururken
  • می‌‌نمود آن مرغ را هر گون شگفت ** تا که باشد کاندر آید او بگفت‌‌
  • Ve binlerce gussaya, gama eş olup; bu kuş acaba ne vakit konuşacak; diye düşünüp dururken,
  • جولقیی سر برهنه می‌‌گذشت ** با سر بی‌‌مو چو پشت طاس و طشت‌‌
  • Ansızın tas ve leğen dibi gibi tüysüz kafası ile bir Cevlaki geçiyordu.
  • طوطی اندر گفت آمد در زمان ** بانگ بر درویش زد که هی فلان‌‌ 260
  • Dudu, hemencecik dile gelip akıllılar gibi dervişe bağırdı:
  • از چه ای کل با کلان آمیختی ** تو مگر از شیشه روغن ریختی‌‌
  • “Ey kel, neden kellere karıştın; yoksa sen de şişeden gülyağı mı döktün?! “
  • از قیاسش خنده آمد خلق را ** کو چو خود پنداشت صاحب دلق را
  • Onun bu kıyasından halk gülmeye başladı. Çünkü dudu, hırka sahibini kendisi gibi sanmıştı.
  • کار پاکان را قیاس از خود مگیر ** گر چه ماند در نبشتن شیر و شیر
  • Temiz kişilerin işini kendinden kıyas tutma, gerçi yazıda (aslan manasına gelen) şîr, (süt manasına gelen) şîre benzer.
  • جمله عالم زین سبب گمراه شد ** کم کسی ز ابدال حق آگاه شد
  • Bütün âlem bu sebepten yol azıttılar. Tanrı Abdallarından az kişi agâh oldu.
  • همسری با انبیا برداشتند ** اولیا را همچو خود پنداشتند 265
  • Peygamberlerle beraberlik iddia ettiler (biz de onlar gibiyiz dediler); Velîleri de kendileri gibi sandılar.
  • گفته اینک ما بشر ایشان بشر ** ما و ایشان بسته‌‌ی خوابیم و خور
  • Dediler ki: “İşte biz de insanız, onlar da insan. Bizde uyumaya ve yemeğe bağlıyız, onlar da.
  • این ندانستند ایشان از عمی ** هست فرقی در میان بی‌‌منتها
  • “Onlar körlüklerinden aralarında uçsuz bucaksız bir fark olduğunu bilmediler.
  • هر دو گون زنبور خوردند از محل ** لیک شد ز ان نیش و زین دیگر عسل‌‌
  • Her iki çeşit arı, bir yerden yedi. Fakat bundan zehir hâsıl oldu, ondan bal.
  • هر دو گون آهو گیا خوردند و آب ** زین یکی سرگین شد و ز ان مشک ناب‌‌
  • Her iki çeşit geyik otladı, su içti. Birinden fışkı zuhur etti, öbüründen halis misk.
  • هر دو نی خوردند از یک آب خور ** این یکی خالی و آن پر از شکر 270
  • Her iki kamış da bir sulaktan su içti. Biri bomboş öbürü şekerle dopdolu.
  • صد هزاران این چنین اشباه بین ** فرقشان هفتاد ساله راه بین‌‌
  • Böyle yüzbinlerce birbirine benzer şeyler var, aralarında bulunan yetmiş yıllık farkı sen gör!
  • این خورد گردد پلیدی زو جدا ** آن خورد گردد همه نور خدا
  • Bu, yer; ondan pislik çıkar... o, yer; kâmilen Tanrı nuru olur.
  • این خورد زاید همه بخل و حسد ** و آن خورد زاید همه نور احد
  • Bu, yer; ondan tamamı ile hasislik ve haset zuhur eder... o, yer; ondan tamamı ile Tek Tanrı’nın nuru husule gelir.
  • این زمین پاک و ان شوره ست و بد ** این فرشته‌‌ی پاک و ان دیو است و دد
  • Bu temiz yerdir, o çorak ve pis yer. Bu temiz melektir o şeytan ve canavar!
  • هر دو صورت گر بهم ماند رواست ** آب تلخ و آب شیرین را صفاست‌‌ 275
  • Her iki suretin birbirine benzemesi caizdir, acı su da, tatlı su da berraktır.
  • جز که صاحب ذوق کی شناسد بیاب ** او شناسد آب خوش از شوره آب‌‌
  • Zevk sahibinden başka kim anlayabilir? Onu bul! Tatlı su ile acı suyun farkını işte o anlar.
  • سحر را با معجزه کرده قیاس ** هر دو را بر مکر پندارد اساس‌‌
  • (Zevk sahibi olmayan) sihri, mucizeyle mukayese ederek her ikisinin de esası hiledir sanır.
  • ساحران موسی از استیزه را ** بر گرفته چون عصای او عصا
  • Mûsâ ile savaşan sihirbazlar, inatlarından ellerine onun asâsı gibi asâ aldılar.