English    Türkçe    فارسی   

1
918-967

  • حیله کرد انسان و حیله‌‌ش دام بود ** آن که جان پنداشت خون آشام بود
  • İnsan hile etti ama hilesi kendisine tuzak oldu… Can sandığı, kan içici bir düşman kesildi!
  • در ببست و دشمن اندر خانه بود ** حیله‌‌ی فرعون زین افسانه بود
  • Kapıyı kapadı, hâlbuki düşman evinin içindeydi. Firavunun hile ve tedbiri de işte buna benzer masallardandı.
  • صد هزاران طفل کشت آن کینه کش ** و آن که او می‌‌جست اندر خانه‌‌اش‌‌ 920
  • O kin güdücü, yüz binlerce çocuk öldürdü; aradığıysa evinin içindeydi.
  • دیده‌‌ی ما چون بسی علت در اوست ** رو فنا کن دید خود در دید دوست‌‌
  • Mademki bizim gözümüzde birçok illet var; yürü, kendi görüşünü dostun görüşünde yok et!
  • دید ما را دید او نعم العوض ** یابی اندر دید او کل غرض‌‌
  • Bizim görüşümüze bedel onun görüşü, ne güzel bir karşılıktır. Bütün maksatları onun görüşünde bulursun.
  • طفل تا گیرا و تا پویا نبود ** مرکبش جز گردن بابا نبود
  • Çocuk; tutucu, koşucu değilken ancak babasının omzuna biner.
  • چون فضولی گشت و دست و پا نمود ** در عنا افتاد و در کور و کبود
  • Fakat kuvvetlenip küstahlaşınca, elini, ayağını şuraya, buraya salmağa başlayınca hemen zahmet ve ıstıraba düşer.
  • جانهای خلق پیش از دست و پا ** می‌‌پریدند از وفا اندر صفا 925
  • Halkın canlar; el ayak sahibi olmazdan, beden kaydına düşmezden evvel vefadan sefaya uçuyordu.
  • چون به امر اهبطوا بندی شدند ** حبس خشم و حرص و خرسندی شدند
  • Vakta ki “İniniz” emriyle hapsolundular, hiddet, hırs, kanaat ve zaruret kayıtlarına düştüler.
  • ما عیال حضرتیم و شیر خواه ** گفت الخلق عیال للإله‌‌
  • Biz Hakk’ın ayali ve süt isteyen yavrularıyız. (Peygamber) “Halk Tanrı ayalidir” dedi.
  • آن که او از آسمان باران دهد ** هم تواند کاو ز رحمت نان دهد
  • Gökten yağmur veren, rahmetiyle can vermeye kadirdir” dediler.
  • باز ترجیح‌‌نهادن شیر جهد را بر توکل‌‌
  • Aslanın yine çalışmayı tevekküle tercih etmesi
  • گفت شیر آری ولی رب العباد ** نردبانی پیش پای ما نهاد
  • Aslan dedi ki: “Evet ama kulların Tanrısı bizim ayağımızın önüne bir merdiven koydu.
  • پایه پایه رفت باید سوی بام ** هست جبری بودن اینجا طمع خام‌‌ 930
  • Dama doğru basamak basamak çıkmalı, burada Cebrî olmak ham tamahtır.
  • پای داری چون کنی خود را تو لنگ ** دست داری چون کنی پنهان تو چنگ‌‌
  • Ayağın var, nasıl olur da kendini topal edersin; elin var, neye pençeni saklarsın?
  • خواجه چون بیلی به دست بنده داد ** بی‌‌زبان معلوم شد او را مراد
  • Efendi, kölenin eline beli verince söylemeden dileği malûm olur.
  • دست همچون بیل اشارتهای اوست ** آخر اندیشی عبارتهای اوست‌‌
  • Bel gibi olan el de, Tanrı işaretlerindendir. Sonu düşünmek hassası da onun ibareleridir.
  • چون اشارتهاش را بر جان نهی ** در وفای آن اشارت جان دهی‌‌
  • Tanrı’nın işaretlerini canına nakşederek ve o işarete vefakârlık ederek can verirsen.
  • پس اشارتهای اسرارت دهد ** بار بر دارد ز تو کارت دهد 935
  • Sana nice sır işaretleri bahşeyler; senden yükü kaldırır, seni iş güç sahibi eder.
  • حاملی محمول گرداند ترا ** قابلی مقبول گرداند ترا
  • Şimdi yük altındasın; Tanrı seni yükler, bindirir… Şimdi onun emrini kabul etmektesin; sonra seni makbul eder.
  • قابل امر ویی قایل شوی ** وصل جویی بعد از آن واصل شوی‌‌
  • Şimdi onun emrini kabul etmişsin, sonra o emirleri söylersin. Şimdi vuslat arıyorsun, ondan sonra da vasıl olursun.
  • سعی شکر نعمتش قدرت بود ** جبر تو انکار آن نعمت بود
  • Tanrı’nın nimetine şükretmeye çalışmak kudrettir. Senin cebrîliğin ise o nimeti inkârdır.
  • شکر قدرت قدرتت افزون کند ** جبر نعمت از کفت بیرون کند
  • Onun verdiği kudrete şükretmek kudretini artırır. Cebir ise nimeti elinden çıkarır.
  • جبر تو خفتن بود در ره مخسب ** تا نبینی آن در و درگه مخسب‌‌ 940
  • Senin cebrîliğin yolda uyumaktır, uyuma; o kapıyı, o dergâhı görmedikçe uykuya dalma!
  • هان مخسب ای جبری بی‌‌اعتبار ** جز به زیر آن درخت میوه‌‌دار
  • Ey dikkatsiz Cebrî! Sakın o meyvalı ağacın altından gayrı bir yerde uyuma.
  • تا که شاخ افشان کند هر لحظه باد ** بر سر خفته بریزد نقل و زاد
  • Ki rüzgâr her anda dalları silkip başına çerez ve azık döksün.
  • جبر و خفتن در میان ره زنان ** مرغ بی‌‌هنگام کی یابد امان‌‌
  • Cebre inanmakla yol kesen haydutlar arasında uyumak müsavidir. Vakitsiz öten kuş nasıl olur da kurtulur?
  • ور اشارتهاش را بینی زنی ** مرد پنداری و چون بینی زنی‌‌
  • Eğer onun işaretlerine burun büküyorsan kendini erkek mi sanıyorsun? Dikkat edersen anlarsın ki kadınsın!
  • این قدر عقلی که داری گم شود ** سر که عقل از وی بپرد دم شود 945
  • Sendeki bu kadarcık akıl da zayi olur, aklı uçan başsa kuyruk kesilir!
  • ز آن که بی‌‌شکری بود شوم و شنار ** می‌‌برد بی‌‌شکر را در قعر نار
  • Zira şükretmemek uğursuz ve ayıp bir şeydir; o hal, şükretmeyeni, tâ ateşin dibine kadar çeker götürür.
  • گر توکل می‌‌کنی در کار کن ** کشت کن پس تکیه بر جبار کن‌‌
  • Tevekkül ediyorsan çalışmak hususunda tevekkül et; kazan da sonra Tanrı’ya dayan!”
  • باز ترجیح نهادن نخجیران توکل را بر جهد
  • Av hayvanlarının tekrar tevekkülü çalışmaya tercih eylemeleri
  • جمله با وی بانگها برداشتند ** کان حریصان که سببها کاشتند
  • Hepsi ona bağırarak dediler ki: “Sebep tohumlarını eken o harisler…”
  • صد هزار اندر هزار از مرد و زن ** پس چرا محروم ماندند از زمن‌‌
  • Kadın, erkek nice yüz binlerce kişi, neden oldu da zamane menfaatlerinden mahrum kaldılar?
  • صد هزاران قرن ز آغاز جهان ** همچو اژدرها گشاده صد دهان‌‌ 950
  • Dünyanın başlangıcından beri yüz binlerce kavim, ejderha gibi ağız açmışlar;
  • مکرها کردند آن دانا گروه ** که ز بن بر کنده شد ز آن مکر کوه‌‌
  • O bilgili, idrakli kavimler hileler düzmüşler, tedbirlerde bulunmuşlardır. Öyle tedbirler ki o tedbirlerle dağ bile tâ dibinden kopar, yerinden ayrılırdı.
  • کرد وصف مکرهاشان ذو الجلال ** لتزول منه اقلال الجبال‌‌
  • Tanrı, onların hile ve tedbirlerini “O tedbirler yüzünden dağların tepeleri bile oynar, yıkılır, dümdüz olurdu” diye övdü.
  • جز که آن قسمت که رفت اندر ازل ** روی ننمود از شکار و از عمل‌‌
  • (Bunca tedbirlerine rağmen) o avlanmalarından, o çalışmalarından ezelde verilen kısmetten başka bir şey yüz göstermedi…
  • جمله افتادند از تدبیر و کار ** ماند کار و حکم‌‌های کردگار
  • Hepsi tedbirlerden de âciz kaldılar, çalışmadan da; ortada Tanrı’nın işi ve hükümleri kaldı.
  • کسب جز نامی مدان ای نامدار ** جهد جز وهمی مپندار ای عیار 955
  • Adı, sanı belli kişi! Kazanmayı bir addan başka bir şey bilme; ey kurnaz ve hilekâr adam! Çalışmayı bir vehimden başka bir şey sanma.”
  • نگریستن عزراییل بر مردی و گریختن آن مرد در سرای سلیمان و تقریر ترجیح توکل بر جهد و قلت فایده‌‌ی جهد
  • Azrail’in birisine bakması, onun da Süleyman Aleyhisselâm’ın sarayına kaçması, tevekkülün çalışmadan üstün olduğu ve çalışmadaki faydaların azlığı
  • زاد مردی چاشتگاهی در رسید ** در سرا عدل سلیمان در دوید
  • Sâf bir adam, bir kuşluk çağında koşa koşa Süleyman’ın adalet sarayına erişti.
  • رویش از غم زرد و هر دو لب کبود ** پس سلیمان گفت ای خواجه چه بود
  • Yüzü gamdan sararmış, dudakları morarmıştı. Süleyman, ona “Efendi ne oldu?” dedi.
  • گفت عزراییل در من این چنین ** یک نظر انداخت پر از خشم و کین‌‌
  • O “Azrail, bana öyle bir hışımla, öyle bir kinle baktı ki…” dedi
  • گفت هین اکنون چه می‌‌خواهی بخواه ** گفت فرما باد را ای جان پناه‌‌
  • Süleyman “Peki, şimdi ne diliyorsan dile bakalım” dedi. O dedi ki: “Ey canları koruyan! Rüzgâra emret;
  • تا مرا ز ینجا به هندستان برد ** بو که بنده کان طرف شد جان برد 960
  • Beni tâ Hindistan’a götürsün; belki kulunuz oraya gidince canını kurtarır.”
  • نک ز درویشی گریزانند خلق ** لقمه‌‌ی حرص و امل ز آنند خلق‌‌
  • İşte halk fakirlikten böyle korkar. Onun için insanlar hırs, emele lokma olurlar.
  • ترس درویشی مثال آن هراس ** حرص و کوشش را تو هندستان شناس‌‌
  • Fakirlikten korkmak, tıpkı o adamın ölümden korkmasına benzer. Hırsı, çalışmayı da sen Hindistan farz et!
  • باد را فرمود تا او را شتاب ** برد سوی قعر هندستان بر آب‌‌
  • Süleyman rüzgâra emretti; rüzgâr da onu derhal Hindistan’da bir adaya götürdü.
  • روز دیگر وقت دیوان و لقا ** پس سلیمان گفت عزراییل را
  • Ertesi gün Süleyman, divan vakti halkla buluşunca Azrail’e dedi ki:
  • کان مسلمان را بخشم از چه چنان ** بنگریدی تا شد آواره ز خان‌‌ 965
  • Acaba bu işi, o adamı hanümanından avare etmek için mi yaptın?
  • گفت من از خشم کی کردم نظر ** از تعجب دیدمش در رهگذر
  • Ben ona hışımla ne vakit baktım? Onu yol uğrağında görünce şaşırdım.
  • که مرا فرمود حق که امروز هان ** جان او را تو به هندستان ستان‌‌
  • Çünkü Hak bana “Haydi bugün var, onun canını Hindistan’da al” buyurdu.