English    Türkçe    فارسی   

2
867-916

  • گر چه شه ناخوش شد از گفتار او ** جستجویی کرد هم ز اسرار او
  • Padişah, onun sözünden pek hoşlanmadı ama nesi var, nesi yok diye sırlarını aramaya koyuldu.
  • گفت با این شکل و این گند دهان ** دور بنشین لیک آن سو تر مران‏
  • “Bu şekilde, bu pis kokulu ağızla biraz ötede otur; fakat o kadar da ileri gitme.
  • که تو اهل نامه و رقعه بدی ** نه جلیس و یار و هم بقعه بدی‏
  • Çünkü seninle uzaktan konuşmak gerek. Benimle düşüp kalkamazsın, benimle bir yerde oturamazsın.
  • تا علاج آن دهان تو کنیم ** تو حبیب و ما طبیب پر فنیم‏ 870
  • Biraz ötede dur da senin o ağzını bir tedavi edelim. Sen güzelsin, ben de hünerli bir doktorum.
  • بهر کیکی نو گلیمی سوختن ** نیست لایق از تو دیده دوختن‏
  • Bir pire için yepyeni bir kilim yakılmaz ya. Sana da büsbütün göz yummak doğru değil.
  • با همه بنشین دو سه دستان بگو ** تا ببینم صورت عقلت نکو
  • Bütün ayıplarınla beraber otur, iki üç hikâye söyle de aklın nasıl bir göreyim” dedi.
  • آن ذکی را پس فرستاد او به کار ** سوی حمامی که رو خود را بخار
  • O zeki köleyi de “ Haydi git yıkanıp arın” diye hamama yolladı.
  • وین دگر را گفت خه تو زیرکی ** صد غلامی در حقیقت نه یکی‏
  • Huzurundaki köleye “Aferin, sen akıllı bir adamsın, Hakikatte yüz köle değersin, bir değil.
  • آن نه‏ای که خواجه‏تاش تو نمود ** از تو ما را سرد می‏کرد آن حسود 875
  • Kapı yoldaşın, hakkında kötü şeyler söyledi, fakat sen hiç de öyle değilsin. O hasetçi herif, az kalsın bizi senden soğutuyordu.
  • گفت او دزد و کژ است و کژنشین ** حیز و نامرد و چنان است و چنین‏
  • Senin hakkında, hırsızdır, doğru adam değildir, münasebetsiz hareketlerde bulunur, ahlâksızdır, lânettir, şöyledir, böyledir demişti.” Dedi.
  • گفت پیوسته بده ست او راست گو ** راست گویی من ندیده ستم چو او
  • Köle dedi ki: “ O daima doğru söyler. Onun gibi doğru sözlü adam görmedim.
  • راست گویی در نهادش خلقتی است ** هر چه گوید من نگویم تهمتی است‏
  • Doğru söyleme, yaradılışında vardır. Ne dese, aslı yok diyemem.
  • کژ ندانم آن نکو اندیش را ** متهم دارم وجود خویش را
  • O iyi düşünceli adamı ben kötü bilmem, kusuru üstüme alırım doğrusu.
  • باشد او در من ببیند عیبها ** من نبینم در وجود خود شها 880
  • Padişahım, olabilir ki o bende bazı ayıplar görmüştür de ben onları kendimde görememişimdir.
  • هر کسی گر عیب خود دیدی ز پیش ** کی بدی فارغ خود از اصلاح خویش‏
  • Herkes, önce kendi kusurunu görseydi halini ıslah etmekten gaflet eder miydi?
  • غافلند این خلق از خود ای پدر ** لاجرم گویند عیب همدگر
  • Halk kendisisinden gafildir babam gafil. Onun için birbirlerinin kusurunu görürler.
  • من نبینم روی خود را ای شمن ** من ببینم روی تو تو روی من‏
  • Ben kendi yüzümü göremem de senin yüzünü görürüm; sen de benim yüzümü görürsün.
  • آن کسی که او ببیند روی خویش ** نور او از نور خلقان است بیش‏
  • Kendi yüzünü görmeye muktedir olanın nuru, halkın nurundan artıktır.
  • گر بمیرد دید او باقی بود ** ز انکه دیدش دید خلاقی بود 885
  • O ölse bile nuru bakidir. Çünkü görüşü, Allah görüşüdür.
  • نور حسی نبود آن نوری که او ** روی خود محسوس بیند پیش رو
  • Kendi yüzünü, gözünün önünde apaçık bir surette gören nur, bildiğimiz nur değildir”.
  • گفت اکنون عیبهای او بگو ** آن چنان که گفت او از عیب تو
  • Padişah “Şimdi o senin ayıplarını söylediğin gibi sen de onun ayıplarını söyle
  • تا بدانم که تو غم خوار منی ** کدخدای ملکت و کار منی‏
  • Ki, benim dostum olduğunu, memleketimde emin bir vekilim bulunduğunu ve beni sevdiğini bileyim” dedi.
  • گفت ای شه من بگویم عیبهاش ** گر چه هست او مر مرا خوش خواجه‏تاش‏
  • Köle dedi ki; “Padişahım, o benim iyi bir kapı yoldaşımsa da kusurlarını söyleyeyim:
  • عیب او مهر و وفا و مردمی ** عیب او صدق و ذکا و هم دمی‏ 890
  • Kusuru; sevgi, vefa, insanlık, doğruluk, zekâ ve dostluktur.
  • کمترین عیبش جوانمردی و داد ** آن جوانمردی که جان را هم بداد
  • En ehemmiyetsiz kusuru cömertlik, düşkünlere yardım etmektir. Ama nasıl cömertlik? Canını da verir.
  • صد هزاران جان خدا کرده پدید ** چه جوانمردی بود کان را ندید
  • Allah bu can bağışlamaya karşılık yüz binlerce can ihsan eder. Bunu görmeyen kişi nasıl cömert olabilir?
  • ور بدیدی کی به جان بخلش بدی ** بهر یک جان کی چنین غمگین شدی‏
  • Eğer görseydin nasıl olur da can vermeden çekinir, bir can için bu kadar tasalanırdın?
  • بر لب جو بخل آب آن را بود ** کاو ز جوی آب نابینا بود
  • Su kenarındayken suyu sakınan, esirgeyen, ancak ırmağı görmeyendir.
  • گفت پیغمبر که هر که از یقین ** داند او پاداش خود در یوم دین‏ 895
  • Peygamber “Kıyamet gününde verilecek karşılığı yakînen bilen,
  • که یکی را ده عوض می‏آیدش ** هر زمان جودی دگرگون زایدش‏
  • Bire on karşılık verileceğini anlayan kişinin cömertliği artıp durur, bu çeşit adam, türlü, türlü cömertlikler icat eder.” dedi.
  • جود جمله از عوضها دیدن است ** پس عوض دیدن ضد ترسیدن است‏
  • Cömertlik, bütün karşılıkları görmedir. Şu halde karşılığı görüş, korkunun zıddıdır.
  • بخل نادیدن بود اعواض را ** شاد دارد دید در خواض را
  • Nekeslik de karşılıkları görmemektir. İnciyi görmek, denize dalan dalgıcı sevindirir.
  • پس به عالم هیچ کس نبود بخیل ** ز انکه کس چیزی نبازد بی‏بدیل‏
  • Eğer cömertliğe karşılık verilecek olan şeyleri herkes görseydi dünyada kimse nekes olamazdı. Çünkü hiçbir kimse karşılıksız bir şey bağışlamaz.
  • پس سخا از چشم آمد نه ز دست ** دید دارد کار جز بینا نرست‏ 900
  • Şu halde cömertlik gözden gelir, elden değil. İşe yarayan görüştür, gözü açıktan başkası kurtulamaz.
  • عیب دیگر این که خود بین نیست او ** هست او در هستی خود عیب جو
  • Arkadaşımın bir kusuru da kendisini görmemesidir. O, kendisinde kusur arar durur.
  • عیب گوی و عیب جوی خود بده ست ** با همه نیکو و با خود بد بده ست‏
  • Kendi ayıbını söyler, kendi ayıbını arar. Herkesi iyi bilir, herkesle dosttur da kendisiyle dost değildir.”
  • گفت شه جلدی مکن در مدح یار ** مدح خود در ضمن مدح او میار
  • Padişah “ Arkadaşını övmede ileri gitme. Onu överken kendini övmeye kalkışma.
  • ز انکه من در امتحان آرم و را ** شرمساری آیدت در ما ورا
  • Çünkü onu imtihana çekersem ilerde utanırsın” dedi.
  • قسم غلام در صدق و وفای یار خود از طهارت ظن خود
  • Kölenin, iyi zannı yüzünden arkadaşının doğruluğuna ve vefakârlığına yemin etmesi
  • گفت نه و الله و بالله العظیم ** مالک الملک و به رحمان و رحیم‏ 905
  • Köle dedi ki; “ Hüküm ve kudret sahibi, bağışlayan ve acıyan Ulu Allah’a ant olsun…
  • آن خدایی که فرستاد انبیا ** نه به حاجت بل به فضل و کبریا
  • Peygamberleri, ihtiyacı olduğundan değil de fazlından, kereminden gönderen,
  • آن خداوندی که از خاک ذلیل ** آفرید او شهسواران جلیل‏
  • Aşağılık topraktan, yüce padişahlar yaratan.
  • پاکشان کرد از مزاج خاکیان ** بگذرانید از تک افلاکیان‏
  • Onları topraktan yaratılmış mahlûkatın tabiatlarından arıtan, gök ehlinin derecelerinden üstün kılan,
  • بر گرفت از نار و نور صاف ساخت ** وانگه او بر جمله‏ی انوار تاخت‏
  • Ateşten saf bir nur yaratıp onunla bütün nurları parlatan,
  • آن سنا برقی که بر ارواح تافت ** تا که آدم معرفت ز آن نور یافت‏ 910
  • Nurlara doğan, nurları aydınlatan nuru yaratan, Âdem peygamberin feyiz alıp marifete eriştiği aydın ziyayı meydana getiren,
  • آن کز آدم رست و دست شیث چید ** پس خلیفه‏ش کرد آدم کان بدید
  • Âdem’den bitip Şîs’in devşirdiği nuru, Âdem’in görüp Şîs’i yerine halife ettiği nuru.
  • نوح از آن گوهر که برخوردار بود ** در هوای بحر جان دربار بود
  • Nuh’un feyiz aldığı, can denizi havasında inciler yağdırdığı nuru halk edene ant olsun.
  • جان ابراهیم از آن انوار زفت ** بی‏حذر در شعله‏های نار رفت‏
  • İbrahim’in canı o nurlardan nurlandı da pervasızca ateş şulelerine koştu, ateşe atıldı.
  • چون که اسماعیل در جویش فتاد ** پیش دشنه‏ی آب دارش سر نهاد
  • İsmail, onun ırmağına düştü de o yüzden parlak bıçağın önüne baş koydu, boyun verdi.
  • جان داود از شعاعش گرم شد ** آهن اندر دست بافش نرم شد 915
  • Davut’un canı onun şulelerinden hararetlendi de ondan dolayı elinde demir yumuşadı, eridi.
  • چون سلیمان بد وصالش را رضیع ** دیو گشتش بنده فرمان و مطیع‏
  • Süleyman, onun vuslatından süt emdi de cinler periler onun için fermanına tabi oldular.