English    Türkçe    فارسی   

6
3760-3809

  • این سخن پایان ندارد آن گروه  ** صورتی دیدند با حسن و شکوه  3760
  • Bu söze son yoktur. Şehzadeler, kalede pek güzel pek alımlı bir resim gördüler.
  • خوب‌تر زان دیده بودند آن فریق  ** لیک زین رفتند در بحر عمیق 
  • Bundan daha güzel kız görmüşlerdi ama bu resmi görünce derin bir denize daldılar sanki.
  • زانک افیونشان درین کاسه رسید  ** کاسه‌ها محسوس و افیون ناپدید 
  • Çünkü onlara bu kase içinde afyon verilmişti bir kere. Kaseler görünür de o afyon görünmez.
  • کرد فعل خویش قلعه‌ی هش‌ربا  ** هر سه را انداخت در چاه بلا 
  • Hüş-Rüba kalesi, yapacağını yaptı. Her üçünü de bela kuyusuna attı.
  • تیر غمزه دوخت دل را بی‌کمان  ** الامان و الامان ای بی‌امان 
  • Bakış oku yaysız olarak gönüle geldi saplandı. Ey aman bilmez aman, aman!
  • قرنها را صورت سنگین بسوخت  ** آتشی در دین و دلشان بر فروخت  3765
  • Eski zamanlarda gelip geçmiş nice ümmetleri taştan suret yaktı yandırdı.
  • چونک روحانی بود خود چون بود  ** فتنه‌اش هر لحظه دیگرگون بود 
  • Dinlerine de ateş saldı. Gönüllerine de.
  • عشق صورت در دل شه‌زادگان  ** چون خلش می‌کرد مانند سنان 
  • Artık bu suret canlı olursa nasıl olur neler yapmaz o? Fitnesi her an bir başka çeşittir onun.
  • اشک می‌بارید هر یک هم‌چو میغ  ** دست می‌خایید و می‌گفت ای دریغ 
  • Suret aşkı Şehzadelerin gönlüne mızrak gibi battı. Her biri bulut gibi gözyaşları döküyor, elini dişliyor, yazık diyordu.
  • ما کنون دیدیم شه ز آغاز دید  ** چندمان سوگند داد آن بی‌ندید 
  • Padişahın önceden gördüğünü biz şimdi gördük. O eşsiz padişah bize ne kadar antlar verdi.
  • انبیا را حق بسیارست از آن  ** که خبر کردند از پایانمان  3770
  • Peygamberlerin bu yüzden bizim üstümüzde çok hakkı vardır. Onlar bizim sonumuzdan haber vermişlerdir.
  • کاینچ می‌کاری نروید جز که خار  ** وین طرف پری نیابی زو مطار 
  • Ektiğin tohumdan ancak diken biter, bu tarafa doğru uçarsan buradan öteye yol yoktur, başka uçacak yer bulamazsın.
  • تخم از من بر که تا ریعی دهد  ** با پر من پر که تیر آن سو جهد 
  • Tohumu benden al ki mahsül versin. Benim kanadımla uç ki ok, o tarafa fırlasın gitsin.
  • تو ندانی واجبی آن و هست  ** هم تو گویی آخر آن واجب بدست 
  • Sen onun mutlaka var olduğunu, varlığının vacip bulunduğunu bilmezsin ama sonunda yine dersin ki hakikaten varlığı vacipmiş.
  • او توست اما نه این تو آن توست  ** که در آخر واقف بیرون‌شوست 
  • O hakikatte sensin, fakat sonunda hakiki varlığı anlayıp terk edeceğin bu mevhum senliğin o değildir ha!
  • توی آخر سوی توی اولت  ** آمدست از بهر تنبیه و صلت  3775
  • Bu sonraki varlığın, seni evvelki ve hakiki varlığa ulaştırmak ve böyle bir varlığın olduğunu bildirmek için gelmiş asılsız bir varlıktır.
  • توی تو در دیگری آمد دفین  ** من غلام مرد خودبینی چنین 
  • Senin senliğinde başka bir sen gizlidir. Bu varlıkla var olup kendini gören kişiye kurban olayım ben.
  • آنچ در آیینه می‌بیند جوان  ** پیر اندر خشت بیند بیش از آن 
  • Gencin aynada gördüğünü ihtiyar, ondan önce kerpiçte görür.
  • ز امر شاه خویش بیرون آمدیم  ** با عنایات پدر یاغی شدیم 
  • Biz padişahımızın buyruğundan dışarı çıktık. Babamızın lütuflarına nankörlük ettik.
  • سهل دانستیم قول شاه را  ** وان عنایت‌های بی اشباه را 
  • Onun sözünü ehemmiyetsiz bulduk, onun eşsiz inayetlerini mühimsemedik.
  • نک در افتادیم در خندق همه  ** کشته و خسته‌ی بلا بی ملحمه  3780
  • İşte şimdilik hepimiz de hendeğe düştük. Savaşsız kazalara uğradık, öldürdük.
  • تکیه بر عقل خود و فرهنگ خویش  ** بودمان تا این بلا آمد به پیش 
  • Kendi aklımıza güvendik, fikrimize dayandık da bu tehlikeye çattık.
  • بی‌مرض دیدیم خویش و بی ز رق  ** آنچنان که خویش را بیمار دق 
  • İnce hastalığa tutulan, kendisini nasıl sağlam sanırsa biz de tıpkı onun gibi kendimizi sağlam sandık, hür zannettik.
  • علت پنهان کنون شد آشکار  ** بعد از آنک بند گشتیم و شکار 
  • Fakat gizli illet şimdi meydana çıktı, bağlandık, avlandık da ondan sonra kendini gösterdi.
  • سایه‌ی رهبر بهست از ذکر حق  ** یک قناعت به که صد لوت و طبق 
  • Kılavuzun gölgesi Tanrıyı anmadan yeğdir. Bir kaanat yüzlerce tabak yemekten hayırlıdır.
  • چشم بینا بهتر از سیصد عصا  ** چشم بشناسد گهر را از حصا  3785
  • Gören göz, üç yüz tane sopadan daha iyidir. Mücevherle taşı ayırt eden gözdür.
  • در تفحص آمدند از اندهان  ** صورت کی بود عجب این در جهان 
  • Hasılı dertler içinde acaba dünyada kim bu, bu resim kimin resmi diye araştırmaya koyuldular.
  • بعد بسیاری تفحص در مسیر  ** کشف کرد آن راز را شیخی بصیر 
  • Bir hayli arayıp sorduktan sonra bir gün yolda gözü açık bir ihtiyara rastladılar. O, bu sırrı açtı.
  • نه از طریق گوش بل از وحی هوش  ** رازها بد پیش او بی روی‌پوش 
  • Duyma yoluyla değil, aklına gelen ilham yoluyla bu sırrı buldu. Sırlar, onun gözünün önünde apaçıktı.
  • گفت نقش رشک پروینست این  ** صورت شه‌زاده‌ی چینست این 
  • Dedi ki: Pervin denilen yıldız kümesi de buna haset eder. Bu, Çin Padişahının kızının resmidir.
  • هم‌چو جان و چون جنین پنهانست او  ** در مکتم پرده و ایوانست او  3790
  • O, can gibi, ana karnındaki çocuk gibi gizlidir. Sarayında perdeler arkasındadır.
  • سوی او نه مرد ره دارد نه زن  ** شاه پنهان کرد او را از فتن 
  • Yanına ne erkek çıkabilir, ne kadın. Padişah, onu fitnelere uğramaması için gizlemiştir.
  • غیرتی دارد ملک بر نام او  ** که نپرد مرغ هم بر بام او 
  • Padişah onu pek kıskanır. Bulunduğu yerin damının üstünden kuş bile uçamaz.
  • وای آن دل کش چنین سودا فتاد  ** هیچ کس را این چنین سودا مباد 
  • Eyvah böyle bir sevdaya düşen gönüle. Hiç kimse böyle sevdaya uğramasın.
  • این سزای آنک تخم جهل کاشت  ** وآن نصیحت را کساد و سهل داشت 
  • Bu bilgisizlik tohumunu eken, o öğütleri ehemmiyetsiz ve lüzumsuz gören kişinin layığıdır.
  • اعتمادی کرد بر تدبیر خویش  ** که برم من کار خود با عقل پیش  3795
  • O kendi tedbirine güvendi, aklımla elbette bir iş başarırım dedi.
  • نیم ذره زان عنایت به بود  ** که ز تدبیر خرد سیصد رصد 
  • Halbuki o inayetin bir zerresi bile aklından doğacak üç yüz ihtiyat tedbirinden daha iyidir.
  • ترک مکر خویشتن گیر ای امیر  ** پا بکش پیش عنایت خوش بمیر 
  • Beyim kendi hileni bırak. Tanrı inayetine yürü orada öl.
  • این به قدر حیله‌ی معدود نیست  ** زین حیل تا تو نمیری سود نیست 
  • Buna sayılı hilelerle ulaşılmaz. Sen ölmedikçe fayda yok vesselam.
  • حکایت صدر جهان بخارا کی هر سایلی کی به زبان بخواستی از صدقه‌ی عام بی‌دریغ او محروم شدی و آن دانشمند درویش به فراموشی و فرط حرص و تعجیل به زبان بخواست در موکب صدر جهان از وی رو بگردانید و او هر روز حیله‌ی نو ساختی و خود را گاه زن کردی زیر چادر وگاه نابینا کردی و چشم و روی خود بسته به فراستش بشناختی الی آخره 
  • Buhara’da bir Sadr-ı cihan vardı. Hangi dilenci, ağız açıp bir şey isterse onun umumi ihsanından hiçbir şey elde edemezdi. Bir yoksul alim, bunu unuttu, hırsının çokluğundan ve alay geçerken bir şey istedi. Sadr-ı cihan yüzünü çevirdi. Yoksul, her gün yeni bir hileye başvurur, kendini bazen kadın şekline sokar, çarşaf giyer, bazen kör gösterir, yüzünü, gözünü bağlardı. Fakat padişah, anlayışıyla onu derhal tanırdı.
  • در بخارا خوی آن خواجیم اجل  ** بود با خواهندگان حسن عمل 
  • Buhara’daki o ulu zat kendisinden bir şey isteyenlere çok iyi muamele ederdi.
  • داد بسیار و عطای بی‌شمار  ** تا به شب بودی ز جودش زر نثار  3800
  • Pek çok sayısız ihsanlarda bulunur, ta gecelere kadar cömertlik eder, altınlar saçardı.
  • زر به کاغذپاره‌ها پیچیده بود  ** تا وجودش بود می‌افشاند جود 
  • Altınları kağıt parçalarına sarar, öyle verirdi. Hasılı dünyada bulundukça hep böyle ihsanlar ederdi.
  • هم‌چو خورشید و چو ماه پاک‌باز  ** آنچ گیرند از ضیا بدهند باز 
  • Güneş gibi, tertemiz ay gibiydi. Onlar da Tanrı’dan aldıkları aydınlığı halka saçarlar ya.
  • خاک را زربخش کی بود آفتاب  ** زر ازو در کان و گنج اندر خراب 
  • Toprağa altın bağışlayan kimdir? Güneş. Madendeki altın da ondandır, yıkık yerlerdeki hazine de.
  • هر صباحی یک گره را راتبه  ** تا نماند امتی زو خایبه 
  • Her sabah yoksulların bir kısmına ihsanda bulunuyordu. Bu suretle hiçbir tayfanın mahrum kalmamasını isterdi.
  • مبتلایان را بدی روزی عطا  ** روز دیگر بیوگان را آن سخا  3805
  • Bir gün dertlilere lütfeder, öbür gün dul kadınlara ihsanda bulunur.
  • روز دیگر بر علویان مقل  ** با فقیهان فقیر مشتغل 
  • Daha öbür gün yoksul Alevilerle okuyup okutmakla uğraşan yoksul fakirlere kerem eder.
  • روز دیگر بر تهی‌دستان عام  ** روز دیگر بر گرفتاران وام 
  • Daha öbürüsü gün halkın eli boşlarına para verir, daha öbürüsü gün de borçlulara ihsan ederdi.
  • شرط او آن بود که کس با زبان  ** زر نخواهد هیچ نگشاید لبان 
  • Yalnız bir şartı vardı: kimse ağzını açıp bir şey istemeyecekti.
  • لیک خامش بر حوالی رهش  ** ایستاده مفلسان دیواروش 
  • Geçeceği yolun kenarına bütün yoksullar duvar gibi dizilirler, susarlar beklerlerdi.