English    Türkçe    فارسی   

6
3980-4029

  • این بگفتند و روان گشتند زود  ** هر چه بود ای یار من آن لحظه بود  3980
  • Bu sözleri söyleyip derhal yürüdüler. İşte dostum ne olduysa da o vakit odu.
  • صبر بگزیدند و صدیقین شدند  ** بعد از آن سوی بلاد چین شدند 
  • Sabrı seçtiler, doğrulardan oldular. Ondan sonra Çin şehirlerine doğru yürüdüler.
  • والدین و ملک را بگذاشتند  ** راه معشوق نهان بر داشتند 
  • Analarını, babalarını bıraktılar, ülkelerini terk ettiler. O gizli sevgilinin yolunu tuttular.
  • هم‌چو ابراهیم ادهم از سریر  ** عشقشان بی‌پا و سر کرد و فقیر 
  • İbrahim Edhem gibi aşk, onları tahtlarından etti. Elsiz ayaksız ve yoksul bir hale düştüler.
  • یا چو ابراهیم مرسل سرخوشی  ** خویش را افکند اندر آتشی 
  • Yahut sanki bir sarhoş, İbrahim Peygamber gibi kendisine ateşe attı.
  • یا چو اسمعیل صبار مجید  ** پیش عشق و خنجرش حلقی کشید  3985
  • Yahut da ulu Tanrı’nın sabırlı kulu İsmail kendilerini aşka kurban ettiler, onun hançerine boyun verdiler.
  • حکایت امرء القیس کی پادشاه عرب بود و به صورت عظیم به جمال بود یوسف وقت خود بود و زنان عرب چون زلیخا مرده‌ی او و او شاعر طبع قفا نبک من ذکری حبیب و منزل چون همه زنان او را به جان می‌جستند ای عجب غزل او و ناله‌ی او بهر چه بود مگر دانست کی این‌ها همه تمثال صورتی‌اند کی بر تخته‌های خاک نقش کرده‌اند عاقبت این امرء القیس را حالی پیدا شد کی نیم‌شب از ملک و فرزند گریخت و خود را در دلقی پنهان کرد و از آن اقلیم به اقلیم دیگر رفت در طلب آن کس کی از اقلیم منزه است یختص برحمته من یشاء الی آخره 
  • (BASLIK YOK)
  • امرء القیس از ممالک خشک‌لب  ** هم کشیدش عشق از خطه‌ی عرب 
  • Aşk İmriülkays’ı dudakları kurumuş susuz bir halde Arap ülkesinden çekti.
  • تا بیامد خشت می‌زد در تبوک  ** با ملک گفتند شاهی از ملوک 
  • Nihayet Tebük’e geldi, orada kerpiç ameleliği yaptı.
  • امرء القیس آمدست این‌جا به کد  ** در شکار عشق و خشتی می‌زند 
  • Padişaha, Arap padişahlarından Imrülkays, bu diyara kazanç elde etmeye geldi. Aşka av oldu, kerpiç ameleliği yapıyor dediler.
  • آن ملک برخاست شب شد پیش او  ** گفته او را ای ملیک خوب‌رو 
  • Padişah kalktı, gece vakti onun huzuruna gitti. Dedi ki: Ey güzel yüzlü padişah!
  • یوسف وقتی دو ملکت شد کمال  ** مر ترا رام از بلاد و از جمال  3990
  • Sen, zamanın Yusuf’usun. İki ülkede şehiler ve güzellik bakımından bütün yüceliğiyle sana ram oldu.
  • گشته مردان بندگان از تیغ تو  ** وان زنان ملک مه بی‌میغ تو 
  • Erler, kılıcının yüzünden sana kul oldular; kadınlar bulutsuz bir aya benzeyen yüzüne köle kesildiler.
  • پیش ما باشی تو بخت ما بود  ** جان ما از وصل تو صد جان شود 
  • Bizim yanımızda konakla da devlet ve ikbale erişelim. Canımız, senin visalinle yüzlerce defa tazelensin.
  • هم من و هم ملک من مملوک تو  ** ای به همت ملک‌ها متروک تو 
  • Ben de senin kulunum, ülkem ve saltanatım da. Ey bunca ülkeye, bunca saltanata tenezzül etmeyen!
  • فلسفه گفتش بسی و او خموش  ** ناگهان وا کرد از سر روی‌پوش 
  • Böyle bir hayli hikmetler söyledi. İmriülkays öylece susup duruyordu. Birdenbire sırrının yüzündeki örtüyü kaldırdı.
  • تا چه گفتش او به گوش از عشق و درد  ** هم‌چو خود در حال سرگردانش کرد  3995
  • Kulağına eğilip aşk ve derde ait ne söylediyse söyledi. Kendi gibi onu da baştan çıkardı.
  • دست او بگرفت و با او یار شد  ** او هم از تخت و کمر بیزار شد 
  • Tebük padişahı da onun elini tuttu, onunla dost oldu. O da onun gibi tahttan, kemerden bezdi.
  • تا بلاد دور رفتند این دو شه  ** عشق یک کرت نکردست این گنه 
  • Bu iki padişah, uzak, uzak ülkelerin yolunu tuttular. Aşk, zaten bu suçu bir kere yapmamıştır ki.
  • بر بزرگان شهد و بر طفلانست شیر  ** او بهر کشتی بود من الاخیر 
  • Aşk, büyüklere baldır, çocuklara süt. O, her gemiye yüklenen ve geminin ağırlığından fazla olduğu için batmasına sebep olan son yüktür.
  • غیر این دو بس ملوک بی‌شمار  ** عشقشان از ملک بربود و تبار 
  • Bu ikisinden başka daha nice sayısız padişahları aşk, saltanatlarından, ülkelerinden etmiştir.
  • جان این سه شه‌بچه هم گرد چین  ** هم‌چو مرغان گشته هر سو دانه‌چین  4000
  • Bu üç şehzadenin canı da Çin ülkesinin etrafında kuşlar gibi tane devşirmeye başladı.
  • زهره نی تا لب گشایند از ضمیر  ** زانک رازی با خطر بود و خطیر 
  • Ağızlarını açıp sırlarını söylemeye kudretleri yoktu. Çünkü içlerindeki sır, pek mühim ve pek tehlikeli bir sırdı.
  • صد هزاران سر بپولی آن زمان  ** عشق خشم آلوده زه کرده کمان 
  • O anda yüz binlerce baş bir pulaydı. Kızgın aşk, okunu yayına koymuş, yayını kurmuştu.
  • عشق خود بی‌خشم در وقت خوشی  ** خوی دارد دم به دم خیره‌کشی 
  • Aşkın, hoşnutluk zamanında, kızgın değilken bile her an öyle zalim bir huyu vardır ki...
  • این بود آن لحظه کو خشنود شد  ** من چه گویم چونک خشم‌آلود شد 
  • Bu hoşnut olduğu zamanda böyle. Artık kızgın olunca neler yapmaz? Ben ne söyleyeyim?
  • لیک مرج جان فدای شیر او  ** کش کشد این عشق و این شمشیر او  4005
  • Fakat can yaylası, bu aşkın öldürdüğü, bu aşk kılıcının kestiği aslana feda olsun!
  • کشتنی به از هزاران زندگی  ** سلطنت‌ها مرده‌ی این بندگی 
  • Bu çeşit öldürülme binlerce hayattan iyidir. Saltanatlar bile böyle kulluğa kurban olsun!
  • با کنایت رازها با هم‌دگر  ** پست گفتندی به صد خوف و حذر 
  • Şehzadeler, yüzlerce korkuyla, yüzlerce çekinmeyle sırlarını kinaye yollu hafif, hafif birbirlerine söylüyorlardı.
  • راز را غیر خدا محرم نبود  ** آه را جز آسمان هم‌دم نبود 
  • Sırlara Tanrı’dan başka mahrem yoktur. Ah’a ancak gökyüzü hemdemdir.
  • اصطلاحاتی میان هم‌دگر  ** داشتندی بهر ایراد خبر 
  • Birbirlerine bir şey bildirirken aralarında kendilerine ait ıstılahlar vardı.
  • زین لسان الطیر عام آموختند  ** طمطراق و سروری اندوختند  4010
  • Alelade halk da bu kuşdilinin bir kısmını bellemiştir de şatafatlar satmışlar, ululuklar etmeye kalkışmışlardır.
  • صورت آواز مرغست آن کلام  ** غافلست از حال مرغان مرد خام 
  • Fakat onların sözü, kuşların seslerinin suretinden ibarettir. Ham kişi kuşların ahvalinden gafildir.
  • کو سلیمانی که داند لحن طیر  ** دیو گرچه ملک گیرد هست غیر 
  • Nerede bir Süleyman ki kuşdilini anlasın. Şeytan da saltanat sürer ama Süleyman değildir ki.
  • دیو بر شبه سلیمان کرد ایست  ** علم مکرش هست و علمناش نیست 
  • Şeytan, Süleyman’a benzer, tahta oturur, hile bilgisi vardır, fakat “ Biz ona kuşdilini öğrettik” sırrına mazhar değildir ki.
  • چون سلیمان از خدا بشاش بود  ** منطق الطیری ز علمناش بود 
  • Süleyman, Tanrı’dan muştuluklara nail olmuştu da bu yüzden “ Biz ona kuşdili öğrettik” sırrına erişmişti.
  • تو از آن مرغ هوایی فهم کن  ** که ندیدستی طیور من لدن  4015
  • Sen “ Min ledün” kuşlarını görmemişsin. Artık o hava kuşlarına bak da onlardan anla.
  • جای سیمرغان بود آن سوی قاف  ** هر خیالی را نباشد دست‌باف 
  • Simurgların yeri, Kaf dağıdır. Her hayal oraya el atamaz.
  • جز خیالی را که دید آن اتفاق  ** آنگهش بعدالعیان افتد فراق 
  • Ancak o birleşmeyi gören hayal, o makamı görür. Gördükten sonra da yine araya ayrılık düşer.
  • نه فراق قطع بهر مصلحت  ** که آمنست از هر فراق آن منقبت 
  • Fakat işi tamamıyla kesen ayrılık değildir bu. Bu iş, bu makam her türlü ayrılıktan emindir.
  • بهر استبقاء آن روحی جسد  ** آفتاب از برف یک‌دم درکشد 
  • Ruha mensup olan o kalıbın baki kalması için güneş, bir an kendisini kardan çeker.
  • بهر جان خویش جو زیشان صلاح  ** هین مدزد از حرف ایشان اصطلاح  4020
  • Sen onlardan kendi canın için bir düzenlik ara; onların sözlerinden ıstılah çalmaya kalkışma.
  • آن زلیخا از سپندان تا به عود  ** نام جمله چیز یوسف کرده بود 
  • Zeliha’ da çöreotundan öd ağacına kadar her şeyin adını Yusuf takmıştı.
  • نام او در نامها مکتوم کرد  ** محرمان را سر آن معلوم کرد 
  • Onun adını gizli bir surette yazmış, mahremlerine o sırrı bildirmişti.
  • چون بگفتی موم ز آتش نرم شد  ** این بدی کان یار با ما گرم شد 
  • Mum, ateşten yumuşadı dese bu söz, o sevgili bize alıştı, sevdalandı demekti.
  • ور بگفتی مه برآمد بنگرید  ** ور بگفتی سبز شد آن شاخ بید 
  • Ay doğdu, bakın dese, yahut söğüt ağacı yeşerdi diye bir söz söylese...
  • ور بگفتی برگها خوش می‌طپند  ** ور بگفتی خوش همی‌سوزد سپند  4025
  • Yapraklar ne güzel oynamakta; çöreotu ne hoş yanıyor…
  • ور بگفتی گل به بلبل راز گفت  ** ور بگفتی شه سر شهناز گفت 
  • Gül, bülbülle sırrını söyledi; padişah, sevgilisine sır söyledi…
  • ور بگفتی چه همایونست بخت  ** ور بگفتی که بر افشانید رخت 
  • Bahtımız ne de kutlu; yaygıları döşeyin…
  • ور بگفتی که سقا آورد آب  ** ور بگفتی که بر آمد آفتاب 
  • Saka su getirdi; güneş doğdu…
  • ور بگفتی دوش دیگی پخته‌اند  ** یا حوایج از پزش یک لخته‌اند 
  • Dün gece bir tencere kaynattılar; içindekiler güzelce pişti, helmelendi…