English    Türkçe    فارسی   

3
2634-2683

  • وقت مرگش که بود صد نوحه بیش ** خنده آید جانش را زین ترس خویش
  • Fakat hayattayken bunca feryad ü figan etti ağlayıp sızladıydı ya… Ölürken kendisi de bu korkusuna şaşar, güler!
  • آن زمان داند غنی کش نیست زر ** هم ذکی داند که او بد بی‌هنر 2635
  • O zaman zengin hiçbir pulu olmadığını… Zeki, hiçbir hüneri bulunmadığını anlar.
  • چون کنار کودکی پر از سفال ** کو بر آن لرزان بود چون رب مال
  • Hayattaki bu korku, eteğine saksı kırıkları doldurup da kendisini mal sahibi sanan, onları kaybedeceğinden korkan, onların üstüne titreyen çocuğun korkusuna benzer.
  • گر ستانی پاره‌ای گریان شود ** پاره گر بازش دهی خندان شود
  • O saksı kırıklarından bir parçasını bile alsan ağlamaya başlar; geri verirsen de sevinir, gülmeye koyulur.
  • چون نباشد طفل را دانش دثار ** گریه و خنده‌ش ندارد اعتبار
  • Bilgi elbisesini giymedikçe çocuğun ağlamasına da ehemmiyet verilmez, gülmesi de!
  • محتشم چون عاریت را ملک دید ** پس بر آن مال دروغین می‌طپید
  • Ahmak da eğreti malı kendisinin sanır da onun üstüne titrer. Hay aşağılık adam hay!
  • خواب می‌بیند که او را هست مال ** ترسد از دزدی که برباید جوال 2640
  • Uykuda kendisini mal sahibi görür, çuvalını hırsız çalacak diye korkar!
  • چون ز خوابش بر جهاند گوش‌کش ** پس ز ترس خویش تسخر آیدش
  • Fakat kulağı çekildi de uyandı mı kendi korkusuyla kendisi alay eder.
  • همچنان لرزانی این عالمان ** که بودشان عقل و علم این جهان
  • Bu cihanın aklına, bu âlemin bilgisine sahip olan âlimlerin korkusu da buna benzer.
  • از پی این عاقلان ذو فنون ** گفت ایزد در نبی لا یعلمون
  • Hünerlere, fenlere sahip olan bu akıllılara Allah Kur’an’ da “ Onlar bir şey bilmezler” dedi.
  • هر یکی ترسان ز دزدی کسی ** خویشتن را علم پندارد بسی
  • Her biri kendisinde bilgi var zannına kapılır da birisi çalacak diye korkuya düşer.
  • گوید او که روزگارم می‌برند ** خود ندارد روزگار سودمند 2645
  • Zamanımı alıyorlar der. Hâlbuki bir fayda, bir kâr elde eden kişinin zamanı zaten onda yok!
  • گوید از کارم بر آوردند خلق ** غرق بی‌کاریست جانش تابه حلق
  • Halk beni işimden, gücümden alıkoydu der ama canı, ta boğazına kadar işsizliğe, güçsüzlüğe dalmıştır!
  • عور ترسان که منم دامن کشان ** چون رهانم دامن از چنگالشان
  • Çıplak adam elbisemi sürüyüp duruyorum; eteğimi, onların pençesinden nasıl kurtaracağım der!
  • صد هزاران فضل داند از علوم ** جان خود را می‌نداند آن ظلوم
  • Âlim de, bilgilerin yüz binlerce çeşidini bilirde zalim herif, kendisini bilmez.
  • داند او خاصیت هر جوهری ** در بیان جوهر خود چون خری
  • Her cevherin haysiyetini bilir de kendi cevherine gelince bir eşeğe döner!
  • که همی‌دانم یجوز و لایجوز ** خود ندانی تو یجوزی یا عجوز 2650
  • Be hey âlim, sen, ben caiz olan şeylerle caiz olmayanları bilirim dersin ama kendin caiz misin, işe yarar mısın, yoksa bir kocakarı mısın? Bundan haberin yok!
  • این روا و آن ناروا دانی ولیک ** تو روا یا ناروایی بین تو نیک
  • Bu, yerinde doğru… Şu, yerinde değil, eğri… Bunu biliyorsun ama sen doğru musun, eğri mi? Bir de iyice bak!
  • قیمت هر کاله می‌دانی که چیست ** قیمت خود را ندانی احمقیست
  • Her kumaşın değeri nedir? Biliyorsun da kendi değerini bilmiyorsun. Bu ahmaklıktır.
  • سعدها و نحسها دانسته‌ای ** ننگری سعدی تو یا ناشسته‌ای
  • Yomlu yıldızlarla yomsuz yıldızları biliyorsun… Fakat sen yomlumusun, yoksa cemcenabet biri misin? Buna bakmıyorsun bile?
  • جان جمله علمها اینست این ** که بدانی من کیم در یوم دین
  • Bütün bilgilerin ruhu budur bu… Mahşer günü ben kimim, ne hale geleceğim; demen bunu bilmen gerek!
  • آن اصول دین بدانستی ولیک ** بنگر اندر اصل خود گر هست نیک 2655
  • Din usulünü bildin ama kendi aslın, kendi mayan iyiyse bir de ona bak, onu bil!
  • از اصولینت اصول خویش به ** که بدانی اصل خود ای مرد مه
  • Seni için bu iki usulden kendi aslını bilmen daha iyidir ey ulu kişi!
  • صفت خرمی شهر اهل سبا و ناشکری ایشان
  • Sebâlılar’ın şehirlerinin güzelliği ve onların buna şükretmemeleri
  • اصلشان بد بود آن اهل سبا ** می‌رمیدندی ز اسباب لقا
  • Sebâlılar’ın asılları kötüydü, mayaları pisti. Allah’a ulaşma sebeplerinden kaçarlardı.
  • دادشان چندان ضیاع و باغ و راغ ** از چپ و از راست از بهر فراغ
  • Allah, onlara bunca matah, bunca bağ, bunca bostan vermiş, sağlarından, sollarından onlara zevk ve huzur için bunca nimetler ihsan etmişti.
  • بس که می‌افتاد از پری ثمار ** تنگ می‌شد معبر ره بر گذار
  • Ağaçlardan dökülen meyvelerin bolluğundan yol daralır, geçenler, geçemez olurlardı.
  • آن نثار میوه ره را می‌گرفت ** از پری میوه ره‌رو در شگفت 2660
  • Yerlere dökülen meyveler, yolu kapar, yolcu, nereden geçeyim diye şaşırır kalırdı.
  • سله بر سر در درختستانشان ** پر شدی ناخواست از میوه‌فشان
  • Birisi, başına bir sepet alıp ağaçlıklardan geçse sepet silkmeden meyvelerle dolardı.
  • باد آن میوه فشاندی نه کسی ** پر شدی زان میوه دامنها بسی
  • Meyveleri kimse silkmez, düşürmez, meyveler, rüzgârla düşer, nicelerin etekleri, meyvelerle dolar, boşalırdı.
  • خوشه‌های زفت تا زیر آمده ** بر سر و روی رونده می‌زده
  • Meyve hevenkleri, dallardan aşağılara kadar sarkar, gelip geçenlerin başlarına, yüzlerine sürtünürdü.
  • مرد گلخن‌تاب از پری زر ** بسته بودی در میان زرین کمر
  • Külhan hizmetinde çalışan aşağılık bir adam bile o kadar zengindi ki altın kemer kuşanırdı.
  • سگ کلیچه کوفتی در زیر پا ** تخمه بودی گرگ صحرا از نوا 2665
  • Köpek, ekmekleri ayağıyla çiğner, ezerdi… Kurt, yiyecek bolluğundan imtilâ illetine tutulmuştu.
  • گشته آمن شهر و ده از دزد و گرگ ** بز نترسیدی هم از گرگ سترگ
  • Şehir de hırsızdan kurttan emindi, köy de. Keçi bile, büyük büyük kurtlardan korkmaz olmuştu.
  • گر بگویم شرح نعمتهای قوم ** که زیادت می‌شد آن یوما بیوم
  • Onların günden güne artan nimetlerini, onların nail oldukları şeyleri anlatsam,
  • مانع آید از سخنهای مهم ** انبیا بردند امر فاستقم
  • Mühim sözler geri kalır. Peygamberler, bunlara “Doğru olun, doğruluk yapın!” demişti!
  • آمدن پیغامبران حق به نصیحت اهل سبا
  • Sebâlılar’a nasihat için peygamber gelmesi, Peygamberlerden mucize istemeleri
  • سیزده پیغامبر آنجا آمدند ** گم‌رهان را جمله رهبر می‌شدند
  • Oraya tam on üç peygamber gelmiş, sapıklara yol göstermiş istemişlerdi.
  • که هله نعمت فزون شد شکر کو ** مرکب شکر ار بخسپد حرکوا 2670
  • “Nimetleriniz çoğalıp durmakta, fakat şükür nerede? Şükrü merkebi yatıp uyusa bile siz onu uyandırın, kaldırın!
  • شکر منعم واجب آید در خرد ** ورنه بگشاید در خشم ابد
  • Nimet verene şükretmek aklen de lâzım. Şükretmeyen, kendisine ebedî hışım kapısını açar.
  • هین کرم بینید وین خود کس کند ** کز چنین نعمت به شکری بس کند
  • Kendinize gelin de şu kereme bakın! Bir şükre bedel bu kadar nimeti kim verir?
  • سر ببخشد شکر خواهد سجده‌ای ** پا ببخشد شکر خواهد قعده‌ای
  • Allah insana baş verir, şükür için de bir secde ister… Ayak bağışlar şükür için bir oturma diler” dediler.
  • قوم گفته شکر ما را برد غول ** ما شدیم از شکر و از نعمت ملول
  • Sebâlılar dediler ki: “Bizim şükretme kabiliyetimizi Şeytan aldı götürdü! Şükürden de usandık, nimetten de.
  • ما چنان پژمرده گشتیم ازعطا ** که نه طاعتمان خوش آید نه خطا 2675
  • Bu nimetlerden bize öyle usanç geldi ki ne ibadet hoşumuza gidiyor, ne kabahat!
  • ما نمی‌خواهیم نعمتها و باغ ** ما نمی‌خواهیم اسباب و فراغ
  • Nimetleri de istemiyoruz, bahçeleri de… Zevk sebeplerini de dilemiyoruz, safa vesilelerini de!
  • انبیا گفتند در دل علتیست ** که از آن در حق‌شناسی آفتیست
  • Peygamberler dediler ki: “ Gönülde bir illet yüzünden insan, doğruyu anlamaz, sapıtır.
  • نعمت از وی جملگی علت شود ** طعمه در بیمار کی قوت شود
  • O yüzden nimetler, umumiyetle illet olur. Hastalıkta yenen yemek insana hiç kuvvet verir mi?
  • چند خوش پیش تو آمد ای مصر ** جمله ناخوش گشت و صاف او کدر
  • Ey inatçı, önüne nice güzelim nimetler geldi de hepsi kötüleşti, saf olanlar bile bulandı gitti!
  • تو عدو این خوشیها آمدی ** گشت ناخوش هر چه بر وی کف زدی 2680
  • Bu güzelliklerin düşmanı sensin… Neye elini vurdunsa kötü oldu.
  • هر که اوشد آشنا و یار تو ** شد حقیر و خوار در دیدار تو
  • Senin dostun; senin âşinan olan, sence hor, hakir sayıldı.
  • هر که او بیگانه باشد با تو هم ** پیش تو او بس مه‌است و محترم
  • Sana yabancı olan, seninle uzlaştı. Sence o büyük ve yüce oldu.
  • این هم از تاثیر آن بیماریست ** زهر او در جمله جفتان ساریست
  • Bu da o, hastalığın tesirinden… O illetin zehri bütün canlara sirayet eder.