English    Türkçe    فارسی   

6
4347-4396

  • قصدشان ز انکار ذل دین بده  ** عین ذل عز رسولان آمده 
  • Onların inkârdan kasıtları, dini aşağılamaydı; fakat bu aşağılamanın ta kendisi, peygamberlerin yüceliğini izhar etti.
  • گر نه انکار آمدی از هر بدی  ** معجزه و برهان چرا نازل شدی 
  • Kötü kişilerin inkârı olmasaydı mucizenin meydana gelmesine ne lüzum vardı?
  • خصم منکر تا نشد مصداق‌خواه  ** کی کند قاضی تقاضای گواه 
  • İnkâr eden düşman, doğrunun ispatını istemeseydi kadı, tanık istemeye kalkışır mıydı?
  • معجزه هم‌چون گواه آمد زکی  ** بهر صدق مدعی در بی‌شکی  4350
  • Mucize, dâva sahibinin doğruluğunu şüphesiz olarak ispat eden bir tanıktır.
  • طعن چون می‌آمد از هر ناشناخت  ** معجزه می‌داد حق و می‌نواخت 
  • Hakikati tanıyamayanlar, peygamberleri kınadılar da Tanrı, o yüzden onlara lûtufta bulundu, mucizeler verdi.
  • مکر آن فرعون سیصد تو بده  ** جمله ذل او و قمع او شده 
  • Firavun'un hilesi, üç yüz kattı. Fakat hepsi de kendisinin aşağılanmasına, kökünün kazınmasına sebeboldu.
  • ساحران آورده حاضر نیک و بد  ** تا که جرح معجزه‌ی موسی کند 
  • Musa'nın mucizesini bozmak, hiçlemek için iyi, kötü, bütün büyücüleri getirdi.
  • تا عصا را باطل و رسوا کند  ** اعتبارش را ز دلها بر کند 
  • Bu suretle asa mucizesini bâtıl ve rüsvay etmek, gönüllerdeki itibarını, kökünden söküp çıkarmak diledi.
  • عین آن مکر آیت موسی شود  ** اعتبار آن عصا بالا رود  4355
  • Halbuki o hile, Musa'nın mucizesinin zuhuruna sebeboldu, asanın itibarını bir kat daha artırdı.
  • لشکر آرد او پگه تا حول نیل  ** تا زند بر موسی و قومش سبیل 
  • Musa ile kavmini mahvetmek için Nil kıyısına kadar asker çekti.
  • آمنی امت موسی شود  ** او به تحت‌الارض و هامون در رود 
  • Halbuki bu, Musa ümmetinin emin olmasına, kendisinin yerin dibine, helak çölüne gitmesine sebeboldu.
  • گر به مصر اندر بدی او نامدی  ** وهم از سبطی کجا زایل شدی 
  • Firavun, Mısır'da kalsaydı, oraya gelmeseydi Musa kavminin vehmi, nasıl geçerdi?
  • آمد و در سبط افکند او گداز  ** که بدانک امن در خوفست راز 
  • Ardlarına düştü, Musa kavmini âdeta eritti, yaktı yandırdı. Tanrı, bu suretle emniyet, bil ki korkudandır dedi.
  • آن بود لطف خفی کو را صمد  ** نار بنماید خود آن نوری بود  4360
  • Gizli lütuf ona derler ki hiçbir şeye muhtaç olmayan Tanrı, ateş gösterir, halbuki nurdur.
  • نیست مخفی مزد دادن در تقی  ** ساحران را اجر بین بعد از خطا 
  • Tanrı' dan çekinen kişiye mükâfatta bulunmak, gizli ve olmayacak bir şey değildir. Sen, hataya düşen büyücülere, hatalarından sonra ettiği lûtfa bak.
  • نیست مخفی وصل اندر پرورش  ** ساحران را وصل داد او در برش 
  • Sevip beslerken vuslata eriştirme, umulmayacak şey değildir. Halbuki o, büyücülerin ellerini, ayaklarını kestirirken onları vuslatına eriştirdi.
  • نیست مخفی سیر با پای روا  ** ساحران را سیر بین در قطع پا 
  • Yürüyen ayakları olan kişinin yürüyüp gezmesi tabiîdir. Sen, büyücülerin ayakları kesildiği halde yürümelerini seyret!
  • عارفان زانند دایم آمنون  ** که گذر کردند از دریای خون 
  • Arifler, kan denizinden geçip gitmişlerdir de o yüzden daimî bir emniyet içindedirler.
  • امنشان از عین خوف آمد پدید  ** لاجرم باشند هر دم در مزید  4365
  • Onların emniyeti, korkunun ta kendisinden meydana gelmiştir. Hâsılı her an da o emniyet, çoğalıp durur.
  • امن دیدی گشته در خوفی خفی  ** خوف بین هم در امیدی ای حفی 
  • Ey temiz adam, korkudan gizlenmiş emniyeti gördün, ümidde gizli korkuyu da gör.
  • آن امیر از مکر بر عیسی تند  ** عیسی اندر خانه رو پنهان کند 
  • O Bey, hileye saptı, İsa' yı tutturmak istedi. İsa, evine girdi, yüzünü gizledi.
  • اندر آید تا شود او تاجدار  ** خود ز شبه عیسی آید تاج‌دار 
  • O da taca sahibolmak için eve girdi. Halbuki İsa' ya benzedi, darağacının tacı oldu.
  • هی می‌آویزید من عیسی نیم  ** من امیرم بر جهودان خوش‌پیم 
  • Aman beni asmayın, ben İsa değilim. Ben Yahudilere izi kutlu bir beyim dedi.
  • زوترش بردار آویزید کو  ** عیسی است از دست ما تخلیط‌جو  4370
  • Onlar, hemen yürüyün, saldırın, İsa'dır bu; bizim elimizden hileye saparak kurtulmak istiyor, tez darağacına çekin dediler.
  • چند لشکر می‌رود تا بر خورد  ** برگ او فی گردد و بر سر خورد 
  • Nice ordu vardır ki bir zafer elde etmek için. yürür. Kendi başını yer, artıklarını başkaları kapışırlar.
  • چند بازرگان رود بر بوی سود ** عید پندارد بسوزد همچو عود
  • چند در عالم بود برعکس این  ** زهر پندارد بود آن انگبین 
  • Dünyada bu çeşit nice aksi şeyler vardır. Adam, onu zehir sanır, halbuki balın ta kendisidir.
  • بس سپه بنهاده دل بر مرگ خویش  ** روشنیها و ظفر آید به پیش 
  • Nice ordular, ölümlerine kaani olurlar, halbuki aydınlıklara ererler, zafer elde ederler.
  • ابرهه با پیل بهر ذل بیت  ** آمده تا افکند حی را چو میت  4375
  • Kabe'yi aşağılamak, diriyi ölü gibi yere yıkmak için Ebrehe de fille geldi.
  • تا حریم کعبه را ویران کند  ** جمله را زان جای سرگردان کند 
  • Kabe'yi yıkmak, herkesi oradan döndürmek istedi.
  • تا همه زوار گرد او تنند  ** کعبه‌ی او را همه قبله کنند 
  • Bütün ziyaretçilerin, onun yanma toplanmasını, emrine uymasını, yaptığı kâbeyi kıble edinmesini diledi.
  • وز عرب کینه کشد اندر گزند  ** که چرا در کعبه‌ام آتش زنند 
  • Neden benim kâbemi ateşlediler diye Araplardan öcalmak niyetine düştü.
  • عین سعیش عزت کعبه شده  ** موجب اعزاز آن بیت آمده 
  • Onun bu savaşı, Kabe'nin yücelmesine, o Tanrı evinin daha ziyade şereflenmesine sebeboldu.
  • مکیان را عز یکی بد صد شده  ** تا قیامت عزشان ممتد شده  4380
  • Mekkelilerin yüceliği birdir, yüz oldu. Kıyamete dek de yücelikleri yürüdü gitti.
  • او و کعبه‌ی او شده مخسوف‌تر  ** از چیست این از عنایات قدر 
  • Halbuki Ebrehe de, kâbesi de daha ziyade yerin dibine girdi. Bu nedendir? Kaza ve kederin inayetlerinden.
  • از جهاز ابرهه هم‌چون دده  ** آن فقیران عرب توانگر شده 
  • Yırtıcı bir hayvana benzeyen Ebrehe'nin getirdiği mal ve mülkten de Arap yoksulları, zengin oldular.
  • او گمان برده که لشکر می‌کشید  ** بهر اهل بیت او زر می‌کشید 
  • O, ordu çektiğini sanıyordu, halbuki Mekkelilere mal mülk ve altın götürmedeydi.
  • اندرین فسخ عزایم وین همم  ** در تماشا بود در ره هر قدم 
  • Kaza ve kaderin bu aksi cilvesinden haberi bile yoktu. Yolda her adımda şatafatını seyredip duruyordu.
  • خانه آمد گنج را او باز یافت  ** کارش از لطف خدایی ساز یافت  4385
  • Nihayet adamcağız, evine geldi, defineyi buldu. İşi, Tanrı lûtfiyle düzene girdi.
  • مکرر کردن برادران پند دادن بزرگین را و تاب ناآوردن او آن پند را و در رمیدن او ازیشان شیدا و بی‌خود رفتن و خود را در بارگاه پادشاه انداختن بی‌دستوری خواستن لیک از فرط عشق و محبت نه از گستاخی و لاابالی الی آخره 
  • Kardeşleri, ağabeylerine birbiri üstüne öğüt verdiler. Fakat o, bu öğütlere sabredemedi. Deli gibi kendinde olmaksızın onlardan kaçtı, kendisini padişahın tapısına izin istemeden attı. Fakat bu küstahlığından, aldırış etmediğinden değildi, aşkının çokluğundandı.
  • آن دو گفتندش که اندر جان ما  ** هست پاسخ‌ها چو نجم اندر سما 
  • İki kardeşi dediler ki: Canımızda, gökteki yıldızlar gibi yol gösteren öğütler var.
  • گر نگوییم آن نیاید راست نرد  ** ور بگوییم آن دلت آید به درد 
  • Söylemesek oyun, düzgün gelmeyecek. Söylesek gönlün dertlenecek.
  • هم‌چو چغزیم اندر آب از گفت الم  ** وز خموشی اختناقست و سقم 
  • Söyleme yüzünden sudaki kurbağa gibi elemlere düştük. Susma yüzünden de dertleniyor, âdeta boğuluyoruz.
  • گر نگوییم آتشی را نور نیست  ** ور بگوییم آن سخن دستور نیست 
  • Söylemesek barışın, düzenin nuru yok bizce. Söylesek sözümüze uymayacaksın.
  • در زمان برجست کای خویشان وداع  ** انما الدنیا و ما فیها متاع  4390
  • Onlar, böyle söyleyip dururken ağabeyleri birden yerinden sıçradı; kardeşler dedi, elveda. Dünya da değersiz bir şey, dünyadaki şeyler de.
  • پس برون جست او چو تیری از کمان  ** که مجال گفت کم بود آن زمان 
  • Yaydan ok fırlar gibi sıçradı. O anda söz söylemeye mecal yoktu zaten.
  • اندر آمد مست پیش شاه چین  ** زود مستانه ببوسید او زمین 
  • Sarhoş bir halde Çin padişahının huzuruna geldi. Sarhoşçasına derhal yeri öptü.
  • شاه را مکشوف یک یک حالشان  ** اول و آخر غم و زلزالشان 
  • Zaten onların derdi ve titreyişi, önceden de bir bir padişaha malûmdu, sonradan da.
  • میش مشغولست در مرعای خویش  ** لیک چوپان واقفست از حال میش 
  • Koyun, otlakta otlamakla oyalanır ama çoban, koyunun halini bilir.
  • کلکم راع بداند از رمه  ** کی علف‌خوارست و کی در ملحمه  4395
  • "Hepiniz çobansınız ve size tâbi olanlardan mesulsünüz" diyen, sürünün halini bilir. Ot mu otluyor, yoksa bir savaşa mı düştü? Bundan haberdardır.
  • گرچه در صورت از آن صف دور بود  ** لیک چون دف در میان سور بود 
  • Görünüşte sürüden uzaktadır ama tef gibi düğünün içindedir.