English    Türkçe    فارسی   

6
3101-3110

  • Onun rutubeti can bahçelerini besler, yetiştirir. Soluğu gamdan ölmüş kişiyi diriltir.
  • پرورش مر باغ جانها را نمش  ** زنده کرده مرده‌ی غم را دمش 
  • Yalnız aşağılık cihan saltanatını vermez, yüz binlerce çeşit çeşit saltanatlar bağışlar.
  • نه همه ملک جهان دون دهد  ** صد هزاران ملک گوناگون دهد 
  • Tanrı, Yusuf’a güzellik saltanatını bağışlamakla beraber bir de ders vermeden, meşk etmeden rüya yorma saltanatını bağışlamıştı.
  • بر سر ملک جمالش داد حق  ** ملکت تعبیر بی‌درس و سبق 
  • Güzelliği onu zindana çekti, bilgisi de Zuhal yıldızına dek yüceltti onu.
  • ملکت حسنش سوی زندان کشید  ** ملکت علمش سوی کیوان کشید 
  • Bu bilgi ve hüner yüzünden padişah, ona kul oldu. Bilgi padişahlığı, güzellik saltanatından da üstün oldu ve takdir edildi. 3105
  • شه غلام او شد از علم و هنر  ** ملک علم از ملک حسن استوده‌تر 
  • Borçlu adamın, o muhtesibin yardımını umarak Tebriz’e gelmesi
  • رجوع کردن به حکایت آن شخص وام کرده و آمدن او به امید عنایت آن محتسب سوی تبریز 
  • O dertlere uğramış garip de borç korkusu ile yola düştü, o esenlik yurduna hareket etti.
  • آن غریب ممتحن از بیم وام  ** در ره آمد سوی آن دارالسلام 
  • Tebriz’e gül bahçelerinin yurduna yöneldi. Ve gül bahçesinde sırt üstü yatarak ümit uykusuna dalmıştı.
  • شد سوی تبریز و کوی گلستان  ** خفته اومیدش فراز گل ستان 
  • Şimdi, yüce Tebriz ülkesinden, o saltanat yurdundan parlayıp aydınlanmakta, nura nur katmaktaydı.
  • زد ز دارالملک تبریز سنی  ** بر امیدش روشنی بر روشنی 
  • O erlerin oturduğu bahçeyi görünce canı gülüyor Yusuf’un kokusunu alıyor, vuslat Mısrını duyuyordu.
  • جانش خندان شد از آن روضه‌ی رجال  ** از نسیم یوسف و مصر وصال 
  • Dedi ki: Ey deveyi süren, devemi ıhlat, bana yardım geldi, yoksulluğun uçup gitti. 3110
  • گفت یا حادی انخ لی ناقتی  ** جاء اسعادی و طارت فاقتی