English    Türkçe    فارسی   

2
3476-3525

  • Dildar kimdir? İyice bil. Dildar ehli dildir. Çünkü ehli dil olan, gece ve gündüz gibi cihandan kaçıp durmakta, âlemde eğleşmemektedir.
  • کیست دل دار اهل دل نیکو بدان ** که چو روز و شب جهانند از جهان‏
  • Allah kulunun ayıbını az söyle, padişahı hırsızlıkla az kına.
  • عیب کم گو بنده‏ی الله را ** متهم کم کن به دزدی شاه را
  • Gemide bir dervişi hırsızlıkla töhmet altına almaları
  • کرامات آن درویش که در کشتی متهمش کردند
  • Bir gemide bir derviş vardı. Erliği kendisine arka yastığı yapmış, ona dayanmıştı.
  • بود درویشی درون کشتیی ** ساخته از رخت مردی پشتیی‏
  • Gemide bir kese altın kayboldu. O, uyuyordu. Herkesi aradılar. Birisi onu da gösterip,
  • یاوه شد همیان زر او خفته بود ** جمله را جستند و او را هم نمود
  • “Bu uyuyan yoksulu da arayalım” dedi. Para sahibi derdinden onu da uyandırdı. 3480
  • کاین فقیر خفته را جوییم هم ** کرد بیدارش ز غم صاحب درم‏
  • “Bu gemide bir kese kayboldu. Herkesi aradık, bu arayıştan sen kurtulamazsın.
  • که در این کشتی حرمدان گمشدست ** جمله را جستیم نتوانی تو رست‏
  • Hırkanı çıkar, soyun da senin hakkında kimsenin şüphesi kalmasın” dedi.
  • دلق بیرون کن برهنه شو ز دلق ** تا ز تو فارغ شود اوهام خلق‏
  • Derviş “Yarabbi, şu aşağılık kişiler, kulunu töhmet altına alıyorlar, fermanını eriştir” dedi.
  • گفت یا رب مر غلامت را خسان ** متهم کردند فرمان در رسان‏
  • Dervişin gönlü dertlenir dertlenmez hemen denizin her tarafından,
  • چون به درد آمد دل درویش از آن ** سر برون کردند هر سو در زمان‏
  • Yüzbinlerce balık baş çıkardı. Her birinin ağzında bir inci vardı. Ama ne inci? 3485
  • صد هزاران ماهی از دریای ژرف ** در دهان هر یکی دری شگرف‏
  • Her tanesi bir memleket haracı. Allah’tan geliyor, elbette eşi bulunmaz.
  • صد هزاران ماهی از دریای پر ** در دهان هر یکی در و چه در
  • Derviş gemiye birkaç inci atıp fırladı, havayı âdeta kendisine bir taht edip oturdu.
  • هر یکی دری خراج ملکتی ** کز اله است این ندارد شرکتی‏
  • Padişahlar gibi tahtının üstüne bağdaş kurup kuruldu.
  • در چند انداخت در کشتی و جست ** مر هوا را ساخت کرسی و نشست‏
  • O, havanın yücesinde, gemi de onun önünde!
  • خوش مربع چون شهان بر تخت خویش ** او فراز اوج و کشتی‏اش به پیش‏
  • Dedi ki: “Yürüyün, gidin. Gemi sizin Hak benim, yoksul bir hırsız sizinle bir arada olmasın! 3490
  • گفت رو کشتی شما را حق مرا ** تا نباشد با شما دزد گدا
  • Bakalım, bu ayrılıktan kim ziyan eder? Ben hoşum, Hak’la çift, halktan tek!
  • تا که را باشد خسارت زین فراق ** من خوشم جفت حق و با خلق طاق‏
  • O, ne beni hırsızlıkla töhmet altına alır ne yularımı bir gammaza verir!”
  • نه مرا او تهمت دزدی نهد ** نه مهارم را به غمازی دهد
  • Gemidekiler dediler ki: “Ey ulu, sana bu yüce makamı ne yüzden verdiler?”
  • بانگ کردند اهل کشتی کای همام ** از چه دادندت چنین عالی مقام‏
  • Derviş, “Yoksulu töhmet altına almak, hor hakir bir şey için Hakk’ı incitmek yüzünden.
  • گفت از تهمت نهادن بر فقیر ** و ز حق آزاری پی چیزی حقیر
  • Hâşa, bu yüzden değil. Ululara tazim ettiğimden. Çünkü ben, yoksullar hakkında hiç kötü zanna düşmedim. 3495
  • حاش لله بل ز تعظیم شهان ** که نبودم در فقیران بد گمان‏
  • Onlar öyle lâtif, öyle nefesleri hoş kişilerdir ki onları ululamak için Allah’tan “ Abese” suresi geldi.
  • آن فقیران لطیف خوش نفس ** کز پی تعظیمشان آمد عبس‏
  • Onların yoksulluğu, dünyayı dönüp dolaşma yüzünden ve dünyalık için değil. Hak’tan başka hiçbir şey olmadığından onlarda yokluğu, yoksulluğu kabul etmişlerdir.
  • آن فقیری بهر پیچا پیچ نیست ** بل پی آن که بجز حق هیچ نیست‏
  • Nasıl töhmet altına alabilirim ki. Hak, ondan yedinci kat göğe kadar hazinelerine emin etmiştir” dedi.
  • متهم چون دارم آنها را که حق ** کرد امین مخزن هفتم طبق‏
  • Töhmetli nefistir; yüce akıl değil. Töhmetli duygudur; lâtif nur değil.
  • متهم نفس است نه عقل شریف ** متهم حس است نه نور لطیف‏
  • Nefis Sofestai olmuştur, vur nefsin kafasına! Çünkü hakikati kötekle anlar, delil getirmekle değil. 3500
  • نفس سوفسطایی آمد می‏زنش ** کش زدن سازد نه حجت گفتنش‏
  • Mucize görür, aydınlanır. Sonradan der ki: O bir hayaldi.
  • معجزه بیند فروزد آن زمان ** بعد از آن گوید خیالی بود آن‏
  • Hakikat olsaydı o gördüğüm şaşılacak şey gece gündüz gözümün önünde dururdu.
  • ور حقیقت بودی آن دید عجب ** چون مقیم چشم نامد روز و شب‏
  • Hâlbuki o temiz gözlerde mukimdir, hayvan gözüne karin olmaz.
  • آن مقیم چشم پاکان می‏بود ** نه قرین چشم حیوان می‏شود
  • O şaşılacak şey, o mucize, bu duygudan utanır çekinir. Tavus kuşu, hiç dar bir kuyuya girer mi?
  • کان عجب زین حس دارد عار و ننگ ** کی بود طاوس اندر چاه تنگ‏
  • Sakın bana, çok söylüyor deme. Ben, yüzde birini söylüyorum, söylediğim de pek cüzi, muhtasar! 3505
  • تا نگویی مر مرا بسیار گو ** من ز صد یک گویم و آن همچو مو
  • Sofilerin, şeyhin huzurunda çok söz söyleyen sofiyi kınamaları
  • تشنیع صوفیان بر آن صوفی که پیش شیخ بسیار می‏گوید
  • Sofiler, bir sofiyi kınayıp tekke şeyhinin yanına gelerek,
  • صوفیان بر صوفیی شنعت زدند ** پیش شیخ خانقاهی آمدند
  • Şeyhe “Ey ulumuz, medet... Bu sofiden öcümüzü al” dediler.
  • شیخ را گفتند داد جان ما ** تو از این صوفی بجو ای پیشوا
  • Şeyh “Sofiler, şikâyetiniz neden” diye sorunca birisi “Bu sofinin üç kötü huyu var;
  • گفت آخر چه گله ست ای صوفیان ** گفت این صوفی سه خو دارد گران‏
  • Söze başladı mı çan gibi susmak bilmez, boyuna söyler. Yemeğe girişti mi yirmi kişinin öğününden fazla yemek yer.
  • در سخن بسیار گو همچون جرس ** در خورش افزون خورد از بیست کس‏
  • Yattı mı uyudu mu Eshabı Kehf’e benzer” dedi. Sofiler, bu üç huy, yol ehline yaraşmaz diye şeyhin huzurunda savaşa giriştiler. 3510
  • ور بخسبد هست چون اصحاب کهف ** صوفیان کردند پیش شیخ زحف‏
  • Şeyh o fakire yüz çevirip dedi ki: “Ne halin olursa olsan, o halde itidali koru.
  • شیخ رو آورد سوی آن فقیر ** که ز هر حالی که هست اوساط گیر
  • “İşlerin hayırlısı orta hallisidir” diye haberde bile var. Vücuttaki Ahlât itidal yüzünden faydalı.
  • در خبر خیر الأمور أوساطها ** نافع آمد ز اعتدال أخلاطها
  • Bunların biri herhangi bir ârızî sebeple fazlalaştı mı insanın bedeninde hastalık meydana gelir.
  • گر یکی خلطی فزون شد از عرض ** در تن مردم پدید آید مرض‏
  • Yoldaşına pek yüklenme, çok söz söyleme, onu pek övme, çünkü bu, nihayet ayrılığa sebep olur.
  • بر قرین خویش مفزا در صفت ** کان فراق آرد یقین در عاقبت‏
  • Musa’nın sözü, kendince haddindeydi ama o iyi dosta fazla geldi. 3515
  • نطق موسی بد بر اندازه و لیک ** هم فزون آمد ز گفت یار نیک‏
  • O fazlalık da Hızır’la arasının açılmasına sebep oldu. Musa’ya “Haydi, git... Sen çok söylüyorsun... Gayri ayrılık geldi, çattı!
  • آن فزونی با خضر آمد شقاق ** گفت رو تو مکثری هذا فراق‏
  • Musa, sen ne fazla konuşuyorsun, git, uzaklaş... Yahut da benimle olunca kör dilsiz kesil.
  • موسیا بسیار گویی دور شو ** ور نه با من گنگ باش و کور شو
  • Yok... Eğer gitmez, inadına oturursan hakikatte de bence gitmiş, benden ayrılmış sayılırsın” dedi.
  • ور نرفتی وز ستیزه شسته‏ای ** تو به معنی رفته‏ای بگسسته‏ای‏
  • Meselâ namazda ansızın yellensen, biriside sana git yeniden aptes al dese,
  • چون حدث کردی تو ناگه در نماز ** گویدت سوی طهارت رو به تاز
  • Gitmez, orada kakılır kalır namaz kılmaya devam edersen istediğin kadar eğil bükül, yat kalk.. be şaşkın, zaten namazın gitti! 3520
  • ور نرفتی خشک جنبان می‏شوی ** خود نمازت رفت بنشین ای غوی‏
  • Yürü, seninle eş olanların, sözünü sohbetini susamışçasına sevenlerin yanına var.
  • رو بر آنها که هم جفت تواند ** عاشقان و تشنه‏ی گفت تواند
  • Bekçi, uyuyanlara göredir. Balıkların bekçiye ne ihtiyacı var?
  • پاسبان بر خوابناکان بر فزود ** ماهیان را پاسبان حاجت نبود
  • Çamaşırcıya elbise giyenler muhtaçtır. Çırçıplak canın ziyneti Allah tecellisidir.
  • جامه پوشان را نظر بر گازر است ** جان عریان را تجلی زیور است‏
  • Ya çıplakları bırak, bir yana çekil… Yahut onlar gibi elbiseden vazgeç!
  • یا ز عریانان به یک سو باز رو ** یا چو ایشان فارغ از تن جامه شو
  • Yok... Eğer tamamıyla soyunamıyorsan bari elbiseni azalt da orta halli ol!” 3525
  • ور نمی‏تانی که کل عریان شوی ** جامه کم کن تا ره اوسط روی‏
  • Fakirin şeyhe özrünü arz etmesi
  • عذر گفتن فقیر به شیخ‏