English    Türkçe    فارسی   

3
580-629

  • Artık her sureti kırar, Haydar gibi Hayber kapısını çekip koparırsın. 580
  • بعد از آن هر صورتی را بشکنی ** همچو حیدر باب خیبر بر کنی
  • O saf şehirli de surete zebun oldu, köylünün kötü sözleriyle köye doğru yola düştü.
  • سغبه‌ی صورت شد آن خواجه‌ی سلیم ** که به ده می‌شد بگفتاری سقیم
  • O yaltaklanma tuzağına tutularak neşeli neşeli gidiyordu. Taneyle sınanmaya giden kuşa benziyordu.
  • سوی دام آن تملق شادمان ** همچو مرغی سوی دانه‌ی امتحان
  • Kuş, o taneyi kerem ve ihsan yüzünden saçılmış sanır. Hâlbuki o ihsan hırsın son derecesidir.
  • از کرم دانست مرغ آن دانه را ** غایت حرص است نه جود آن عطا
  • Kuşcağızlar taneye tamah ederek sevinip o hileye doğru uçar, koşarlar.
  • مرغکان در طمع دانه شادمان ** سوی آن تزویر پران و دوان
  • Şehirlinin sevinçlerini de anlatsam korkarım ki yolcu, seni yolundan alıkorum. 585
  • گر ز شادی خواجه آگاهت کنم ** ترسم ای ره‌رو که بیگاهت کنم
  • Onun için kısaca geçiyorum. Yolda bir köy göründü. Fakat o köylünün köyü değildi, başka bir yola saptı.
  • مختصر کردم چو آمد ده پدید ** خود نبود آن ده ره دیگر گزید
  • Bir aya yakın bir müddet köyden köye dolaştılar. Çünkü köyün yolunu iyi bilmiyorlardı.
  • قرب ماهی ده بده می‌تاختند ** زانک راه ده نکو نشناختند
  • Kılavuzsuz yola gidene iki günlük yol, yüz yıllık yol olur.
  • هر که در ره بی قلاوزی رود ** هر دو روزه راه صدساله شود
  • Kâbe’ye delilsiz giden bu başı dönmüş zavallılar gibi zillete düşer.
  • هر که تازد سوی کعبه بی دلیل ** همچو این سرگشتگان گردد ذلیل
  • Ustaya müracaat etmeksizin bir sanat tutan kişi şehre de alay mevzuu olur, köye de! 590
  • هر که گیرد پیشه‌ای بی‌اوستا ** ریش‌خندی شد بشهر و روستا
  • Doğuda da, batıda da anasız, babasız bir insan doğması pek nadirdir.
  • جز که نادر باشد اندر خافقین ** آدمی سر بر زند بی والدین
  • Bir işe girişen, çalışan kişi mal kazanır. Ama nadir olarak bir adam, bir hazine de bulabilir.
  • مال او یابد که کسبی می‌کند ** نادری باشد که بر گنجی زند
  • Fakat nerede bir Mustafa ki cismi can olsun da “Er rahman, Allemel Kur’an- Rahman, ona Kur’an’ı öğretti” sırrına ersin.
  • مصطفایی کو که جسمش جان بود ** تا که رحمن علم‌القرآن بود
  • Ten ehlinin hepsi kalemle, okuyup yazmakla öğrenir, öğretir. Allah kereminin bolluğuyla kalemi, öğretiş ve öğrenişe vasıta halk etmiştir.
  • اهل تن را جمله علم بالقلم ** واسطه افراشت در بذل کرم
  • Oğul, her hırs sahibi mahrumdur. Harisler gibi öyle koşma, aheste aheste yürü. 595
  • هر حریصی هست محروم ای پسر ** چون حریصان تگ مرو آهسته‌تر
  • Şehirli ve çoluk çocuğu da o yolda karada yaşayan kuşun suda çektiği eziyet ve zahmet gibi eziyetler, zahmetler çektiler.
  • اندر آن ره رنجها دیدند و تاب ** چون عذاب مرغ خاکی در عذاب
  • Köye de karınları toktu artık, köylüye de. Öyle usta olmadan şeker yapmaya da doymuşlardı, hatta.
  • سیر گشته از ده و از روستا ** وز شکرریز چنان نا اوستا
  • Şehirliyle akrabasının köye varmaları, köylünün onları tanımazlıktan gelmesi
  • رسیدن خواجه و قومش به ده و نادیده و ناشناخته آوردن روستایی ایشان را
  • Bir ay sonra kendileri perişan, hayvanları yemsiz bir hâlde o köye vardılar.
  • بعد ماهی چون رسیدند آن طرف ** بی‌نوا ایشان ستوران بی علف
  • Köylüye bak ki kötü niyeti yüzünden falan feşman diye zırvalamaya,
  • روستایی بین که از بدنیتی ** می‌کند بعد اللتیا والتی
  • Gündüzleri, bağına, bahçesine yüz tutmasınlar diye onlardan yüzünü gizlemeye koyuldu. 600
  • روی پنهان می‌کند زیشان بروز ** تا سوی باغش بنگشایند پوز
  • Gizlediği yüz de zaten tamamıyla hile ve riyadan ibaretti. Öyle yüzün, Müslümanlardan gizli kalması daha iyi.
  • آنچنان رو که همه رزق و شرست ** از مسلمانان نهان اولیترست
  • Öyle yüzler vardır ki şeytanlar, sinek gibi başına üşüşür, bekçi gibi orada yurt tutar, otururlar.
  • رویها باشد که دیوان چون مگس ** بر سرش بنشسته باشند چون حرس
  • Bu çeşit adamların suratını gördün mü ya bakma yahut da mademki baktın, hoşlanıp gülme.
  • چون ببینی روی او در تو فتند ** یا مبین آن رو چو دیدی خوش مخند
  • O çeşit habis ve âsi suratlar hakkında Allah, “Alnının perçeminden yakalar, çekeriz” dedi.
  • در چنان روی خبیث عاصیه ** گفت یزدان نسفعن بالناصیه
  • Konuklar, köylünün evini sorup buldular, akraba ve bildikleri gibi kapıya koştular. 605
  • چون بپرسیدند و خانه‌ش یافتند ** همچو خویشان سوی در بشتافتند
  • Köylünün evindekiler kapıyı kapadılar. Şehirli, bu aykırı hareketten deli gibi oldu.
  • در فرو بستند اهل خانه‌اش ** خواجه شد زین کژروی دیوانه‌وش
  • Fakat zaten sertlik gösterilecek zaman değildi. Kuyuya düştükten sonra sertliğin ne faydası var?
  • لیک هنگام درشتی هم نبود ** چون در افتادی بچه تیزی چه سود
  • Tam beş gün, geceleri soğuktan üşüyerek, gündüzleri sıcaktan yanıp yakılarak kapısının önünde kaldılar.
  • بر درش ماندند ایشان پنج روز ** شب بسرما روز خود خورشیدسوز
  • Orada kalışları ne gafilliklerindendi, ne eşekliklerinden. Zaruretten, açlık ve susuzluk yüzündendi.
  • نه ز غفلت بود ماندن نه خری ** بلک بود از اضطرار و بی‌خری
  • İyiler, zaruret yüzünden kötülerle bağdaşırlar. Adam, zaruret yüzünden ölü eti bile yer! 610
  • با لیمان بسته نیکان ز اضطرار ** شیر مرداری خورد از جوع زار
  • Şehirli, köylüyü gördükçe selâm vermekte, “ Yahu, ben filan kişiyim, adım da şu” demekteydi.
  • او همی‌دیدش همی‌کردش سلام ** که فلانم من مرا اینست نام
  • Köylü ”Olabilir. Fakat sen kimsin, nesin, ben ne bileyim? Belki kötü bir adamsın, belki temiz bir adam.
  • گفت باشد من چه دانم تو کیی ** یا پلیدی یا قرین پاکیی
  • Şehirli dedi ki: “Bu an, tam kıyamete benzedi: Kardeş, kardeşinden kaçmada!”
  • گفت این دم با قیامت شد شبیه ** تا برادر شد یفر من اخیه
  • Şehirli, köylüye “ Soframdan fazlasıyla yemek yemedin mi sen? Ben o adam değil miyim?
  • شرح می‌کردش که من آنم که تو ** لوتها خوردی ز خوان من دوتو
  • Filan gün sana feşman şey almadım mıydı, seninle buluşup görüşmez miydik? 615
  • آن فلان روزت خریدم آن متاع ** کل سر جاوز الاثنین شاع
  • Halk, aramızda ki sevgiyi duymuş, işitmiştir. Boğaz, nimet yerse yüz utanır” diye anlatıp duruyor.
  • سر مهر ما شنیدستند خلق ** شرم دارد رو چو نعمت خورد حلق
  • Köylü de “Saçma sapan ne söylenip duruyorsun ki? Ne seni tanıyorum, ne adını, ne yerini!” diyordu.
  • او همی‌گفتش چه گویی ترهات ** نه ترا دانم نه نام تو نه جات
  • Beşinci gece gökyüzünü bulutlar kapladı, bir yağmur başladı ki gök bile bu yağışa şaşa kaldı.
  • پنجمین شب ابر و بارانی گرفت ** کاسمان از بارشش دارد شگفت
  • Artık bıçak kemiğe dayanınca şehirli “Ev sahibini çağırın” diye kapının halkasını döğmeye başladı.
  • چون رسید آن کارد اندر استخوان ** حلقه زد خواجه که مهتر را بخوان
  • Köylü, yüzlerce ısrardan sonra nihayet kapıya gelip “Babasının canı ne istersin, ne var” deyince 620
  • چون بصد الحاح آمد سوی در ** گفت آخر چیست ای جان پدر
  • Şehirli, dedi ki: “Bunca haktan vazgeçtim, bütün zanlarımı, düşüncelerimi terk ettim.
  • گفت من آن حقها بگذاشتم ** ترک کردم آنچ می‌پنداشتم
  • Zavallı cancağızım, beş günde bu sıcakta yanıp şu soğukta donarak beş yıllık zahmet çekti.”
  • پنج‌ساله رنج دیدم پنج روز ** جان مسکینم درین گرما و سوز
  • Bildikten, dosttan, soydan gelen bir cefa, ağyarın üç yüz bin cefasına eşittir.
  • یک جفا از خویش و از یار و تبار ** در گرانی هست چون سیصد هزار
  • Çünkü insan, eşin dostun cevrü cefada bulunacağını ummaz, tabiatı daima onun lütfuna, vefasına alışmıştır.
  • زانک دل ننهاد بر جور و جفاش ** جانش خوگر بود با لطف و وفاش
  • İnsanların uğradıkları belâ ve mihnet, dikkat edersen anlarsın ki alışmadıkları şeylerden meydana gelir. 625
  • هرچه بر مردم بلا و شدتست ** این یقین دان کز خلاف عادتست
  • Şehirli: “Ey sevgi güneşi zevale erişen arkadaş, kanımı bile döksen helâl ederim.
  • گفت ای خورشید مهرت در زوال ** گر تو خونم ریختی کردم حلال
  • Yalnız şu yağışlı gecede bize bir bucak ver de kıyametten sen de bunun ecrine nail ol” dedi.
  • امشب باران به ما ده گوشه‌ای ** تا بیابی در قیامت توشه‌ای
  • Köylü, “Orada bağcının sığındığı bir bucak var. Bağcı, o bucakta kurtları bekler.
  • گفت یک گوشه‌ست آن باغبان ** هست اینجا گرگ را او پاسبان
  • Kurt gelirse öldürmek için eline yayını, okunu alır, bekler durur.
  • در کفش تیر و کمان از بهر گرگ ** تا زند گر آید آن گرگ سترگ