English    Türkçe    فارسی   

3
705-754

  • Babacığım, yakınlık da çeşit, çeşittir. Güneş dağa da vurur, altına da! 705
  • قرب بر انواع باشد ای پدر ** می‌زند خورشید بر کهسار و زر
  • Fakat güneşin altına bir yakınlığı var ki söğüdün bundan haberi bile yok!
  • لیک قربی هست با زر شید را ** که از آن آگه نباشد بید را
  • Kuru dal da güneşe yakındır, yaş dal da. Güneş hiç ikisinden de gizlenir mi ki?
  • شاخ خشک و تر قریب آفتاب ** آفتاب از هر دو کی دارد حجاب
  • Fakat yaş taze dalın yakınlığı nerede? O daldan olgun meyveler devşirmede, olgun meyveler yemedesin.
  • لیک کو آن قربت شاخ طری ** که ثمار پخته از وی می‌خوری
  • Fakat bir de bak, kuru dal, güneşe yakınlığından kuruluktan başka ne bulabilir?
  • شاخ خشک از قربت آن آفتاب ** غیر زوتر خشک گشتن گو بیاب
  • Akıllı, aklın başına gelince pişman olacak bir sarhoşluğa düşme. 710
  • آنچنان مستی مباش ای بی‌خرد ** که به عقل آید پشیمانی خورد
  • O sarhoşlardan ol ki onlar şarap içmeye koyuldular mı olgun akıllar bile onlara hasret çeker.
  • بلک از آن مستان که چون می می‌خورند ** عقلهای پخته حسرت می‌برند
  • Ey kedi gibi kocalmış fareyi tutan, o şaraptan içmiş onunla gıdalanmışsan aslan tut aslan!
  • ای گرفته همچو گربه موش پیر ** گر از آن می شیرگیری شیر گیر
  • Ey hayale kapılıp aslı olmayan kadehten hayal şarabı içen, hakikat sarhoşları gibi sarhoşluk etme, o tarafa sarkıntılıkta bulunma!
  • ای بخورده از خیالی جام هیچ ** همچو مستان حقایق بر مپیچ
  • Sarhoş gibi şu yana, bu yana düşüp durmadasın ama sana bu tarafa yol yok, o tarafa yürü.
  • می‌فتی این سو و آن سو مست‌وار ** ای تو این سو نیستت زان سو گذار
  • O yana yol bulursan ondan sonra bazen bu tarafa salın, bazen o tarafta. 715
  • گر بدان سو راه یابی بعد از آن ** گه بدین سو گه بدان سو سر فشان
  • Tamamıyla bu tarafa mensupken o tarafta dem varma. Madem ölümün gelmemiş, yalan yere can çekişme.
  • جمله این سویی از آن سو کپ مزن ** چون نداری مرگ هرزه جان مکن
  • Fakat ebedî hayata erişen ve ecelden korkmayan Hızır canlı kişi, mahlûku tanımasa da caiz.
  • آن خضرجان کز اجل نهراسد او ** شاید ار مخلوق را نشناسد او
  • Damağını vehmin zevkiyle çeşnilendirir, varlık tulumuna üfürür, kendini havayla şişirip gururlanırsın ama,
  • کام از ذوق توهم خوش کنی ** در دمی در خیک خود پرش کنی
  • Bir iğneyle o yel kaçıp gider. Dilerim akıllı adam, bu çeşit semirmesin!
  • پس به یک سوزن تهی گردی ز باد ** این چنین فربه تن عاقل مباد
  • Kışın kardan testiler yapıyorsun, iyi ama hiç onlar suya dayanır mı? 720
  • کوزه‌ها سازی ز برف اندر شتا ** کی کند چون آب بیند آن وفا
  • Çakalın boyacı küpüne düşüp boyanması ve çakallar arasında tavusluk dâvasına kalkışması
  • افتادن شغال در خم رنگ و رنگین شدن و دعوی طاوسی کردن میان شغالان
  • Bir çakal boyacı küpüne düştü, orada bir müddet kaldı.
  • آن شغالی رفت اندر خم رنگ ** اندر آن خم کرد یک ساعت درنگ
  • Sonra postu boyanmış olarak çıkıp “Ben illiyyin tavusuyum, demeye başladı.
  • پس بر آمد پوستش رنگین شده ** که منم طاووس علیین شده
  • Postu boyanmış, pek güzel parlamış, güneş de o renklere vurmuştu.
  • پشم رنگین رونق خوش یافته ** آفتاب آن رنگها بر تافته
  • Çakal, kendini yeşil, kızıl, pembe ve sarı renklerde görüp o çeşitli renklerle öbür çakallara göründü.
  • دید خود را سبز و سرخ و فور و زرد ** خویشتن را بر شغالان عرضه کرد
  • Hepsi de “A çakalcık, bu ne hâl? Fazlasıyla neşelere dalmışsın, pek memnunsun. 725
  • جمله گفتند ای شغالک حال چیست ** که ترا در سر نشاطی ملتویست
  • Neşeden âdeta bizden nefret ediyorsun! Bu ululuğu nereden elde ettin?” dediler.
  • از نشاط از ما کرانه کرده‌ای ** این تکبر از کجا آورده‌ای
  • Fakat çakallardan biri “Sen ya hile yapıyorsun yahut da hakikaten bir neşeye sahip oldun, neşeliler arasına katıldın.
  • یک شغالی پیش او شد کای فلان ** شید کردی یا شدی از خوش‌دلان
  • Mimbere çıkmaya, lâfla ulu görünüp bu halkı, kendine meftûn etmeye kalkıştın.
  • شید کردی تا به منبر بر جهی ** تا ز لاف این خلق را حسرت دهی
  • Bir hayli çalıştım, fakat bir aşk, bir hararet görmeyince hileye sapıp utanmazlığı ele aldım” dedi.
  • بس بکوشیدی ندیدی گرمیی ** پس ز شید آورده‌ای بی‌شرمیی
  • Doğruluk ve yanıp yakılma, velilere âdettir. Utanmazlık da her aşağılık kişinin sığındığı bir sanat. 730
  • گرمی آن اولیا و انبیاست ** باز بی‌شرمی پناه هر دغاست
  • Bu suretle neşeliyiz diye halkı kendilerine çekerler ama iç yüzlerine bakılırsa hiç de hoş değildirler.
  • که التفات خلق سوی خود کشند ** که خوشیم و از درون بس ناخوشند
  • Yalan dâvalarda bulunan birisinin her sabah bir kuyruk parçasıyla dudağını, bıyığını yağlayıp “Ben şunu yedim, bunu yedim” diye dostlarının arasına çıkması
  • چرب کردن مرد لافی لب و سبلت خود را هر بامداد به پوست دنبه و بیرون آمدن میان حریفان کی من چنین خورده‌ام و چنان
  • Aşağılık bir adam, bir kuyruk parçası buldu. Her sabah bıyıklarını onunla da yağlar,
  • پوست دنبه یافت شخصی مستهان ** هر صباحی چرب کردی سبلتان
  • Devlet sahiplerinin yanına varıp “Evde yağlı yemek yedim” der,
  • در میان منعمان رفتی که من ** لوت چربی خورده‌ام در انجمن
  • Sözünün doğruluğunu ispat için de, bıyıklarıma bakın gibilerden eliyle bıyıklarını sıvazlar.
  • دست بر سبلت نهادی در نوید ** رمز یعنی سوی سبلت بنگرید
  • “İşte sözümün doğruluğuna şahit... Bıyıklarım, yağlı, yağlı şeyler yediğime delil” demek isterdi. 735
  • کین گواه صدق گفتار منست ** وین نشان چرب و شیرین خوردنست
  • Karnı ise sessiz, sadasız “Allah, yalancıların düzenini kurutsun!
  • اشکمش گفتی جواب بی‌طنین ** که اباد الله کید الکاذبین
  • Senin lâfın bizi ateşlere yaktı. O yağlı bıyığın kökünden kopsun.
  • لاف تو ما را بر آتش بر نهاد ** کان سبال چرب تو بر کنده باد
  • A yoksul, şu kötü dâvan olmasaydı belki bir kerem sahibi bize acırdı.
  • گر نبودی لاف زشتت ای گدا ** یک کریمی رحم افکندی به ما
  • Yahut da noksanını, yoksulluğunu söyleseydin, bu yalanları, bu düzenleri düzüp koşmasaydın, bir doktor çıkarda derdine deva ederdi.” derdi.
  • ور نمودی عیب و کژ کم باختی ** یک طبیبی داروی او ساختی
  • Allah ”Ey eğri adam, kulağını, kuyruğunu sallama. Doğrulara, doğrulukları fayda verir” dedi. 740
  • گفت حق که کژ مجنبان گوش و دم ** ینفعن الصادقین صدقهم
  • A cenabet, mağarada eğri büğrü yatma. Neyin varsa göster, “doğrul, doğru ol”
  • گفت اندر کژ مخسپ ای محتلم ** آنچ داری وا نما و فاستقم
  • Ayıbını söylemiyorsan bari sus, gösterişte, hileyle kendini öldürme!
  • ور نگویی عیب خود باری خمش ** از نمایش وز دغل خود را مکش
  • Bir para elde ettiysen ağzını açma. Yolda sınama taşları var.
  • گر تو نقدی یافتی مگشا دهان ** هست در ره سنگهای امتحان
  • Sınama taşlarının önünde de halli hallerine sınamalar var, onlar da imtihanlara tabi!
  • سنگهای امتحان را نیز پیش ** امتحانها هست در احوال خویش
  • Allah, “Doğumdan bu ana kadar onlara her iki kere sınanırlar” dedi. 745
  • گفت یزدان از ولادت تا بحین ** یفتنون کل عام مرتین
  • Babam, imtihan içinde imtihan var. Derlen toplan da ufacık bir imtihanla kendini satma!
  • امتحان در امتحانست ای پدر ** هین به کمتر امتحان خود را مخر
  • Bâbûr oğlu Bel’am’ın Allah imtihanlarından yüzü ak çıkacağına emin olması
  • آمن بودن بلعم باعور کی امتحانها کرد حضرت او را و از آنها روی سپید آمده بود
  • Bâbûr oğlu Bel’am’la melûn iblis, en son imtihanda alçaldılar.
  • بلعم باعور و ابلیس لعین ** ز امتحان آخرین گشته مهین
  • “O adam da kendi iddiasınca devletli görünürdü ya, fakat midesi, bıyığına lânet eder,
  • او بدعوی میل دولت می‌کند ** معده‌اش نفرین سبلت می‌کند
  • “Yarabbi, şu adamın gizlendiğini sen dışarıya vur, meydana çıkar. Bizi yaktı, yandırdı, sen onu rüsvay et” derdi.
  • کانچ پنهان می‌کند پیدایش کن ** سوخت ما را ای خدا رسواش کن
  • Onun bedeninin bütün cüzleri, ona düşman olmuştu. O, bahardan dem vurdu ama onlar, kışın ta kendisindeydiler. 750
  • جمله اجزای تنش خصم ویند ** کز بهاری لافد ایشان در دیند
  • Adam, ihsandan, keremden dem vururdu ama merhamet dalını, ta kökünden kesmekteydi.
  • لاف وا داد کرمها می‌کند ** شاخ رحمت را ز بن بر می‌کند
  • Ya doğru ol, doğruluğunu göster yahut sus da merhamete eriş, sonra coş!
  • راستی پیش آر یا خاموش کن ** وانگهان رحمت ببین و نوش کن
  • Adamın karnı da bıyıklarına düşman kesilmiş, gizlice el kaldırıp dua ediyor,
  • آن شکم خصم سبال او شده ** دست پنهان در دعا اندر زده
  • “Yarabbi, sen bu aşağılık herifi rüsvay et de kerem sahipleri bize merhamete gelsinler” diyordu.
  • کای خدا رسوا کن این لاف لام ** تا بجنبد سوی ما رحم کرام