English    Türkçe    فارسی   

3
790-839

  • Allah, söz geliminde Peygambere dedi ki: “Münafıkların anlaşılması için en kolay ve görünür delil şudur: 790
  • گفت یزدان مر نبی را در مساق ** یک نشانی سهل‌تر ز اهل نفاق
  • Münafık iri yarı, korkunç, zahiren babayiğit görünse bile sen onun sesinin tonundan ve sözünden tanır, anlarsın.
  • گر منافق زفت باشد نغز و هول ** وا شناسی مر ورا در لحن و قول
  • Testi aldığın zaman o testileri sınar, o testilere vurursun, değil mi?
  • چون سفالین کوزه‌ها را می‌خری ** امتحانی می‌کنی ای مشتری
  • Neden vurursun? Sesinden kırık testiyi anlamak için.
  • می‌زنی دستی بر آن کوزه چرا ** تا شناسی از طنین اشکسته را
  • Kırık testinin sesi daha başka türlü olur. Ses, çavuşa benzer, önde gider.
  • بانگ اشکسته دگرگون می‌بود ** بانگ چاووشست پیشش می‌رود
  • ”Ses gelir de o şeyin ne olduğunu anlatır, onun ahvalini sayar, döker. Ses mastara benzer, fiil de o mastarı tasrif eder! 795
  • بانگ می‌آید که تعریفش کند ** همچو مصدر فعل تصریفش کند
  • Sınama sözü gelince hemencecik Hârût hikâyesini hatırladım.
  • چون حدیث امتحان رویی نمود ** یادم آمد قصه‌ی هاروت زود
  • Hârût’la Mârût’un hikâyesi ve onların Ulu Allah’ın sınamalarına karşı yiğitlik taslamaları
  • قصه‌ی هاروت و ماروت و دلیری ایشان بر امتحانات حق تعالی
  • Bundan önce de bu bahse dair az bir söz söylemiştik. Fakat zaten ne kadar söylesek ancak binde birini anlatabiliriz.
  • پیش ازین زان گفته بودیم اندکی ** خود چه گوییم از هزارانش یکی
  • Bu vakayı adamakıllı anlatmak istedim ama şimdiye kadar söz, sözü açtı, birçok sebeplerle kalıp gitti.
  • خواستم گفتن در آن تحقیقها ** تا کنون وا ماند از تعویقها
  • H ele bir hamle daha edeyim de çoğundan azını, âdeta filin tek bir uzvunu söylemiş olayım.
  • حمله‌ی دیگر ز بسیارش قلیل ** گفته آید شرح یک عضوی ز پیل
  • Ey yüzüne kul, köle olduğumuz, Hârût ve Mârût kıssasını dinle! 800
  • گوش کن هاروت را ماروت را ** ای غلام و چاکران ما روت را
  • Allah lütuflarını, padişahın lütuf şeklinde tecelli eden şaşılacak kahırlarını seyretmekten sarhoş olmuşlardı.
  • مست بودند از تماشای اله ** وز عجایبهای استدراج شاه
  • Allah’ın kahırlarında böyle sarhoşluklar varken Allah miracının ne sarhoşlukları var?
  • این چنین مستیست ز استدراج حق ** تا چه مستیها کند معراج حق
  • Tuzağındaki tane, insana böyle bir sarhoşluk verirse ya nimet sofrası ne yapar ne lütuflarda bulunur?
  • دانه‌ی دامش چنین مستی نمود ** خوان انعامش چه‌ها داند گشود
  • Hârût da Mârût da sarhoş olmuşlar, bağlarını çözmüşler, kayıttan kurtulmuşlar, âşıkçasına hayhuylar ediyorlar naralar atıyorlardı.
  • مست بودند و رهیده از کمند ** های هوی عاشقانه می‌زدند
  • Fakat yolda öyle bir tuzak, öyle bir imtihan vardı ki kasırgası dağları bile saman çöpü gibi kapıp götürebilirdi. 805
  • یک کمین و امتحان در راه بود ** صرصرش چون کاه که را می‌ربود
  • Bu sınama bunları altüst etmekteydi. Fakat sarhoşun bunlardan ne haberi olabilir ki?
  • امتحان می‌کردشان زیر و زبر ** کی بود سرمست را زینها خبر
  • Sarhoşun önünde hendek de birdir, meydan da. Ona kuyu da doğru yol kesilmiştir, hendek de!
  • خندق و میدان بپیش او یکیست ** چاه و خندق پیش او خوش مسلکیست
  • Dağ keçisi, yüce dağ başlarında yiyecek arar, hiçbir zarara uğramadan koşar durur!
  • آن بز کوهی بر آن کوه بلند ** بر دود از بهر خوردی بی‌گزند
  • Yiyecek bulmak, yayılmak üzereyken ansızın feleğin sınaması gelir çatar.
  • تا علف چیند ببیند ناگهان ** بازیی دیگر ز حکم آسمان
  • Öbür dağa bakar, orada bir dişi dağ keçisi görür. 810
  • بر کهی دیگر بر اندازد نظر ** ماده بز بیند بر آن کوه دگر
  • Derhal gözleri kararır. Bu dağdan ta o dağa sıçramak ister.
  • چشم او تاریک گردد در زمان ** بر جهد سرمست زین که تا بدان
  • Dişi keçinin bulunduğu dağ, ona o kadar yakın görünür ki oraya sıçramak, ev kapısının etrafında koşup dolanmak kadar kolay gelir.
  • آنچنان نزدیک بنماید ورا ** که دویدن گرد بالوعه‌ی سرا
  • Binlerce arşın yol ona iki arşınlık bir mesafe görünür, o sarhoşlukla sıçramak ister.
  • آن هزاران گز دو گز بنمایدش ** تا ز مستی میل جستن آیدش
  • Sıçrayınca da iki amansız dağın arasında ki çukura düşüverir.
  • چونک بجهد در فتد اندر میان ** در میان هر دو کوه بی امان
  • O avcılardan dağa kaçmıştı, kaçıp sığındığı yer, kanını döker. 815
  • او ز صیادان به که بگریخته ** خود پناهش خون او را ریخته
  • Avcılarsa o iki dağ arasındaki yarda oturmuş, bu azametli kaza ve kaderin zuhurunu beklemekteler…
  • شسته صیادان میان آن دو کوه ** انتظار این قضای با شکوه
  • Dağ keçisi, ekseriyetle böyle avlanır. Yoksa bu hayvan, pek yürük, pek çeviktir, düşmanını sezer, anlar.
  • باشد اغلب صید این بز همچنین ** ورنه چالاکست و چست و خصم‌بین
  • Rüstem’in kellesi, kulağı yerindedir, sakallı, bıyıklı bir adamdır. Ama ayağını tutup onu kafese sokan tuzak, şehvettir.
  • رستم ارچه با سر و سبلت بود ** دام پاگیرش یقین شهوت بود
  • Benim gibi şehvet sarhoşluğundan kesil, bu sarhoşluğu, devede seyret!
  • همچو من از مستی شهوت ببر ** مستی شهوت ببین اندر شتر
  • Sonra da âlemdeki bu şehvet sarhoşluğu, bil ki meleklerin sarhoşluğuna karşı pek hordur, pek bayağıdır. 820
  • باز این مستی شهوت در جهان ** پیش مستی ملک دان مستهان
  • O sarhoşluk, bu sarhoşluğu kırar, mahveder. Melek, nasıl olur da şehvete iltifat eder ki?
  • مستی آن مستی این بشکند ** او به شهوت التفاتی کی کند
  • Tatlı suyu tatmadıkça acı su, insana gözünün nuru gibi hoş gelir.
  • آب شیرین تا نخوردی آب شور ** خوش بود خوش چون درون دیده نور
  • Gökyüzü şaraplarının bir katrası bile insanı şaraptan da vazgeçirir, sâkilerden de!
  • قطره‌ای از باده‌های آسمان ** بر کند جان را ز می وز ساقیان
  • Artık düşün sen, meleklerin ne sarhoşlukları olur, tertemiz ruhlar, ululuktan ne mestîliklere düşer!
  • تا چه مستیها بود املاک را ** وز جلالت روحهای پاک را
  • Onlar, bu şaraptan bir koku alarak gönüllerini vermişler, bu âlem şarabının küpünü kırmışlardır. 825
  • که به بوی دل در آن می بسته‌اند ** خم باده‌ی این جهان بشکسته‌اند
  • Ancak, ümitsiz ve o âlemden uzak olanlar, kâfirler gibi kabirlerinde gizlenmişler,
  • جز مگر آنها که نومیدند و دور ** همچو کفاری نهفته در قبور
  • İki âlemden de ümitlerini kesmişler, hadde hesaba gelmez dikenler ekmişlerdir!
  • ناامید از هر دو عالم گشته‌اند ** خارهای بی‌نهایت کشته‌اند
  • Hârût la Mârût, sarhoşluklarından “Ah ne olurdu, bulut gibi biz de yeryüzüne rahmet yağdırsak,
  • پس ز مستیها بگفتند ای دریغ ** بر زمین باران بدادیمی چو میغ
  • Bu zulüm yurduna adalet, insaf, ibadet ve vefayı yaysaydık” dediler.
  • گستریدیمی درین بی‌داد جا ** عدل و انصاف و عبادات و وفا
  • Onlar bunu dedi ama kaza ve kader de “Durun ayaklarınızın önünde gizli tuzaklar pek çok. 830
  • این بگفتند و قضا می‌گفت بیست ** پیش پاتان دام ناپیدا بسیست
  • Kendinize gelin de belâ çölüne küstahça gitmeyin… Kendinize gelin de körcesine Kerbelâ’ya at sürmeyin!
  • هین مدو گستاخ در دشت بلا ** هین مران کورانه اندر کربلا
  • Çünkü o çölde helâk olanların kıllarından, kemiklerinden yolcu, ayak basacak yer bulamaz.
  • که ز موی و استخوان هالکان ** می‌نیابد راه پای سالکان
  • Yol, baştanbaşa kıl, kemik, sinir doludur. Allah’ın kahır kılıcı, nice varları yok etmiştir!
  • جمله‌ی راه استخوان و موی و پی ** بس که تیغ قهر لاشی کرد شی
  • Allah, “Allah’ın inayetine erişen kullar, yeryüzünde yavaş ve mülâyim bir surette yürürler” dedi.
  • گفت حق که بندگان جفت عون ** بر زمین آهسته می‌رانند و هون
  • Ayağı yalın olan dikenlikte nasıl yürür? Dura, dura. Düşüne, düşüne, ihtiyatla adım ata ata! diyordu. 835
  • پا برهنه چون رود در خارزار ** جز بوقفه و فکرت و پرهیزگار
  • Kaza bunu söylüyordu ama onların kulakları, coşkunlukları yüzünden tıkanmış, sağır olmuştu.
  • این قضا می‌گفت لیکن گوششان ** بسته بود اندر حجاب جوششان
  • Varlıklarından kurtulanlardan başka herkesin gözlerini bağlamışlar, kulaklarını tıkamışlardır.
  • چشمها و گوشها را بسته‌اند ** جز مر آنها را که از خود رسته‌اند
  • Gözleri, Allah inayetinden başka ne açar, kızgınlığı sevgiden başka ne yatıştırır?
  • جز عنایت که گشاید چشم را ** جز محبت که نشاند خشم را
  • Dilerim, Allah ihsanı olmayan muvaffakiyete ulaşmak için çalışıp çabalama, dünyada kimseye mukadder olmasın, Doğruyu Allah daha iyi bilir.
  • جهد بی توفیق خود کس را مباد ** در جهان والله اعلم بالسداد
  • Firavun’un Musa aleyhisselâm’ı rüyada görmesi ve doğmaması için tedbirlere girişmesi
  • قصه‌ی خواب دیدن فرعون آمدن موسی را علیه السلام و تدارک اندیشیدن