English    Türkçe    فارسی   

4
577-626

  • Değeri yüce olan canınızı hor hakir ederek gökteki güneşe tapıyorsunuz.
  • می‌پرستید آفتاب چرخ را ** خوار کرده جان عالی‌نرخ را
  • Güneş Allah emriyle bizim aşçımızdır, çiyleri pişirir... Artık ona Allah dersen aptallıktır bu!
  • آفتاب از امر حق طباخ ماست ** ابلهی باشد که گوییم او خداست
  • Güneş tutulursa ne yaparsın? Ondaki o karaltıyı nasıl giderirsin?
  • آفتابت گر بگیرد چون کنی ** آن سیاهی زو تو چون بیرون کنی
  • Nihayet yine Allah tapısına yüz vurup ya Rabbi. O karaltıyı gider, yine ona nurunu ver demez misin? 580
  • نه به درگاه خدا آری صداع ** که سیاهی را ببر وا ده شعاع
  • Gece yarısı seni öldürmeye kalkışsalar ağlayıp yalvaracağım yahut aman dileyeceğim güneş nerede?
  • گر کشندت نیم‌شب خورشید کو ** تا بنالی یا امان خواهی ازو
  • Hadiselerin çoğu da hep geceleyin olur... Hâlbuki geceleyin taptığın Allah ortada yoktur.
  • حادثات اغلب به شب واقع شود ** وان زمان معبود تو غایب بود
  • Allah’a gönül doğruluğu ile eğilirsen yıldızlardan kurtulur, Allah’a mahrem olursun!
  • سوی حق گر راستانه خم شوی ** وا رهی از اختران محرم شوی
  • Mahrem oldun mu sana ağız açar, sırları söylerim... Bu suretle gece yarısı bir güneş görürsün sen!
  • چون شوی محرم گشایم با تو لب ** تا ببینی آفتابی نیم‌شب
  • Onun, temiz ruhtan başka doğuşu... Yok doğmasında da geceyle gündüz farkı olamaz. 585
  • جز روان پاک او را شرق نه ** در طلوعش روز و شب را فرق نه
  • Gündüz, onun doğduğu zamana derler... Geceleyin doğdu, parladı mı ortada gece kalmaz.
  • روز آن باشد که او شارق شود ** شب نماند شب چو او بارق شود
  • Bu görünen güneş, o güneşin önünde adeta güneşe karşı zerre nasıl görünürse öyle görünür!
  • چون نماید ذره پیش آفتاب ** هم‌چنانست آفتاب اندر لباب
  • Âlemi aydınlatan, parlatan bu güneşin gözü, o güneşi görünce kamaşır şaşırır kalır!
  • آفتابی را که رخشان می‌شود ** دیده پیشش کند و حیران می‌شود
  • Arşın nuruna... Arşın o sonsuz ve hadsiz ışığına karşı bu güneşi bir zerre gibi görürsün!
  • هم‌چو ذره بینیش در نور عرش ** پیش نور بی حد موفور عرش
  • Göze Allah’tan bir kuvvet gelince zahiri güneşi hor ve yoksul görür, bayağı bulursun! 590
  • خوار و مسکین بینی او را بی‌قرار ** دیده را قوت شده از کردگار
  • Allah, öyle bir kimyagerdir ki onun bir tesiriyle duman, yıldız haline gelmiştir...
  • کیمیایی که ازو یک ماثری ** بر دخان افتاد گشت آن اختری
  • Öyle bir görülmedik iksiri vardır ki karanlığı güneş haline getirmiştim.
  • نادر اکسیری که از وی نیم تاب ** بر ظلامی زد به گردش آفتاب
  • Bir acayip sanatkârdır ki bir sanatıyla zühale bu kadar hassa vermiştir...
  • بوالعجب میناگری کز یک عمل ** بست چندین خاصیت را بر زحل
  • Artık sen öbür can yıldızlarıyla can incilerini de var, buna kıyas et!
  • باقی اخترها و گوهرهای جان ** هم برین مقیاس ای طالب بدان
  • Duygu gözü, güneşe zebundur; ilahi bir göz ara, ilahi bir göz bul da, 595
  • دیده‌ی حسی زبون آفتاب ** دیده‌ی ربانیی جو و بیاب
  • Onun bakışına karşı şimşekler saçan güneşin nurları zebun olsun!
  • تا زبون گردد به پیش آن نظر ** شعشعات آفتاب با شرر
  • O bakış nura mensuptur, bu bakış, nâra... Ateş, nura karşı adamakıllı kara görünür!
  • که آن نظر نوری و این ناری بود ** نار پیش نور بس تاری بود
  • Allah sırrını kutlasın, Şeyh Abdullah-ı Mağribi’nin kerametleri
  • کرامات و نور شیخ عبدالله مغربی قدس الله سره
  • Şeyh Abdullah-ı Mağribi dedi ki: “Altmış yıldır ben gece nedir, görmedim.
  • گفت عبدالله شیخ مغربی ** شصت سال از شب ندیدم من شبی
  • Bu altmış yıl içinde ne gündüz, ne de gece... Hiçbir sebeple bir karanlığa düşmedim.”
  • من ندیدم ظلمتی در شصت سال ** نه به روز و نه به شب نه ز اعتلال
  • Sofiler de şeyhin sözünün doğruluğunu söylemişler, demişlerdi ki: “Geceleri ardında giderdik.” 600
  • صوفیان گفتند صدق قال او ** شب همی‌رفتیم در دنبال او
  • Dikenlerle, çukurlarla dolu olan çöllerde yürürdük... O, dolunay gibi önümüzde giderdi.
  • در بیابانهای پر از خار و گو ** او چو ماه بدر ما را پیش‌رو
  • Yüzünü geriye çevirmeden gece vakti, “Dikkat edin, önünüzde çukur var, sola doğru yürüyün” derdi.
  • روی پس ناکرده می‌گفتی به شب ** هین گو آمد میل کن در سوی چپ
  • Bir an sonra da “Sağa gidin, ayağımızın altında diken var” diye seslenirdi.
  • باز گفتی بعد یک دم سوی راست ** میل کن زیرا که خاری پیش پاست
  • Gündüz olur, biz ayağını öperdik... Görürdük ki ayakları gelin ayağı gibi!
  • روز گشتی پاش را ما پای‌بوس ** گشته و پایش چو پاهای عروس
  • Ne topraktan eser var, ne çamurdan... Ne diken yırtmış, ne taş yaralamış! 605
  • نه ز خاک و نه ز گل بر وی اثر ** نه از خراش خار و آسیب حجر
  • Allah, Mağribî’yi maşrıkî etmişti... Batıyı ona doğu gibi nurlar saçan bir hale getirmişti!
  • مغربی را مشرقی کرده خدای ** کرده مغرب را چو مشرق نورزای
  • Bu serkeş güneşin nuru, aşk meydanının öyle bir atıdır ki halkın ileri gidenlerinin gününü de o korur, geri kalanların gününü de o!
  • نور این شمس شموسی فارس است ** روز خاص و عام را او حارس است
  • O yüce nur nasıl korumaz ki binlerce güneşi izhar eden odur.
  • چون نباشد حارس آن نور مجید ** که هزاران آفتاب آرد پدید
  • Sen onun nuru ile emniyet içinde yürüye dur... Ejderhalar, akrepler arasında yol almaya bak!
  • تو به نور او همی رو در امان ** در میان اژدها و کزدمان
  • O pak nur, senin önünde gider durur... Her yol vuranı tutar, paramparça eder! 610
  • پیش پیشت می‌رود آن نور پاک ** می‌کند هر ره‌زنی را چاک‌چاک
  • “Allah, kıyamet gününde Peygamberini utandırmaz” ayetini doğru bil; “Müminlerin nurları, önlerinde ve sağlarında yürür yollarını aydınlatır” ayetini oku!
  • یوم لا یخزی النبی راست دان ** نور یسعی بین ایدیهم بخوان
  • O nur kıyamette çoğalır ama Allah’tan o nuru burada da istemeli!
  • گرچه گردد در قیامت آن فزون ** از خدا اینجا بخواهید آزمون
  • Çünkü Allah istenen şeye delalet etmeyi daha iyi bilir ama buluta da can nuru bağışlar karanlığa da!
  • کو ببخشد هم به میغ و هم به ماغ ** نور جان والله اعلم بالبلاغ
  • Süleyman aleyhisselâm’ın Belkis’in elçilerini, getirdikleri hediyelerle beraber Belkis’e göndermesi ve Belkis’i güneşe tapmadan vazgeçip Allah’a inanmaya davet etmesi
  • بازگردانیدن سلیمان علیه‌السلام رسولان بلقیس را به آن هدیه‌ها کی آورده بودند سوی بلقیس و دعوت کردن بلقیس را به ایمان و ترک آفتاب‌پرستی
  • Süleyman Peygamber, o elçilere dedi ki: “Ey utanan elçiler, geri dönün... Altın sizin olsun; bana gönül getirin, gönül!
  • باز گردید ای رسولان خجل ** زر شما را دل به من آرید دل
  • Benim bu altınlarımı da alın da o altınlara ilave edin... Körlüğünüzü anlayın da o altınları katırın fercine sokun! 615
  • این زر من بر سر آن زر نهید ** کوری تن فرج استر را دهید
  • Katırın ferci, altın kilit vurulmaya layıktır... Aşığın altınıysa sapsarı yüzüdür!
  • فرج استر لایق حلقه‌ی زرست ** زر عاشق روی زرد اصفرست
  • O yüz, Allah’ın nazar ettiği yerdir... Hâlbuki altın madenine güneş nazar eder!
  • که نظرگاه خداوندست آن ** کز نظرانداز خورشیدست کان
  • Maden güneş ışığının nazargâhıdır; âşığın yüzü hakikatlere sahip olan Allah’ın nazargâhıdır.
  • کو نظرگاه شعاع آفتاب ** کو نظرگاه خداوند لباب
  • Şimdi de bana gelip çattınız, benim esirimsiniz ama yine benim sizi yakalamamdan korkun, canınızı siper edin!
  • از گرفت من ز جان اسپر کنید ** گرچه اکنون هم گرفتار منید
  • Taneye kapılmış kuş dam üstündedir ama kanadı açık olduğu halde tuzağa tutulmuştur o! 620
  • مرغ فتنه دانه بر بامست او ** پر گشاده بسته‌ی دامست او
  • Mademki gönlünü canla başla taneye verdi... Sen onu tutulmadan tutulmuş bil!
  • چون به دانه داد او دل را به جان ** ناگرفته مر ورا بگرفته دان
  • Taneye bakıp duruyor ya... Sen o bakışları, ayağına vurulan düğüm say!
  • آن نظرها که به دانه می‌کند ** آن گره دان کو به پا برمی‌زند
  • Tane, sen şimdi bana hırsızlama bakıyorsun ama hele sabret; asıl ben seni çalıyorum;
  • دانه گوید گر تو می‌دزدی نظر ** من همی دزدم ز تو صبر و مقر
  • O bakış, sonunda seni bana çekince anlarsın ki ben senden gafil değilim der!
  • چون کشیدت آن نظر اندر پیم ** پس بدانی کز تو من غافل نیم
  • Terazinin dirhemi baş yıkayacak kil olan aktarın kilini, aktar şeker tartarken kil yemeyi âdet edinmiş olan müşterinin gizlice ve hırsızlama çalması
  • قصه‌ی عطاری کی سنگ ترازوی او گل سرشوی بود و دزدیدن مشتری گل خوار از آن گل هنگام سنجیدن شکر دزدیده و پنهان
  • Toprak yemeyi adet edinmiş olan birisi bir aktara gidip kelle şekeri almak istedi. 625
  • پیش عطاری یکی گل‌خوار رفت ** تا خرد ابلوج قند خاص زفت
  • O hilebaz ve gönlü bozuk aktarın terazisinde dirhem ve taş yerine toprak vardı.
  • پس بر عطار طرار دودل ** موضع سنگ ترازو بود گل