English    Türkçe    فارسی   

5
1857-1906

  • Eyaz, pek akıllı, fikirli olduğundan postu ile çarığını bir odaya asmıştı.
  • آن ایاز از زیرکی انگیخته  ** پوستین و چارقش آویخته 
  • Her gün o boş odaya gider, kendi kendisine Ululanma derdi, işte çağırın şu.
  • می‌رود هر روز در حجره‌ی خلا  ** چارقت اینست منگر درعلا 
  • Padişaha onun bir odası var dediler, oraya biriktirdiği altınları, gümüşleri altın küplerini koymuş.
  • شاه را گفتند او را حجره‌ایست  ** اندر آنجا زر و سیم و خمره‌ایست 
  • Kimseyi oraya sokmuyor. Daima kapısını kapalı tutuyor. 1860
  • راه می‌ندهد کسی را اندرو  ** بسته می‌دارد همیشه آن در او 
  • Padişah dedi ki: Tuhaf şey. O kölenin bizden gizlediği nedir ki acaba?
  • شاه فرمود ای عجب آن بنده را  ** چیست خود پنهان و پوشیده ز ما 
  • Bir beye, Oraya git, gece yarısı kapıyı aç, odaya gir.
  • پس اشارت کرد میری را که رو  ** نیم‌شب بگشای و اندر حجره شو 
  • Ne bulursan yağma et, sırrını da kapı yoldaşlarına aç.
  • هر چه یابی مر ترا یغماش کن  ** سر او را بر ندیمان فاش کن 
  • Bizden bu kadar ikramlar gördüğü, sayısız lütuflarımıza nail olduğu halde hasisliğinden altın gümüş biriktiriyor ha!
  • با چنین اکرام و لطف بی‌عدد  ** از لیمی سیم و زر پنهان کند 
  • Vefa gösterme de seviyorum demede, coşup köpürmede. Hey gidi buğday gösterip arpa satan hey! 1865
  • می‌نماید او وفا و عشق و جوش  ** وانگه او گندم‌نمای جوفروش 
  • Sevgide dirilik bulana kulluktan başka her şey haramdır, dedi.
  • هر که اندر عشق یابد زندگی  ** کفر باشد پیش او جز بندگی 
  • Gece yarısı o bey, otuz tane güvenilir adamla Eyaz’ın odasını açmaya gitti.
  • نیم‌شب آن میر با سی معتمد  ** در گشاد حجره‌ی او رای زد 
  • Bunca yiğit meşaleler yakmışlar, sevinerek odaya gidiyorlar.
  • مشعله بر کرده چندین پهلوان  ** جانب حجره روانه شادمان 
  • Padişahın emri bu. Odayı açacak, altın torbalarını alacağız diyorlardı.
  • که امر سلطانست بر حجره زنیم  ** هر یکی همیان زر در کش کنیم 
  • Onların birisi hey gidi hey diyordu, altın da nedir? Akik, lâl ve inciden haber ver. 1870
  • آن یکی می‌گفت هی چه جای زر  ** از عقیق و لعل گوی و از گهر 
  • Çünkü Padişah mahzeninin en has kulu o. Hatta bu güz o padişaha can mesabesinde.
  • خاص خاص مخزن سلطان ویست  ** بلک اکنون شاه را خود جان ویست 
  • Böyle bir sevgiye karsı yakutun, lâl-in akikin sözü mü olur?
  • چه محل دارد به پیش این عشیق  ** لعل و یاقوت و زمرد یا عقیق 
  • Padişahın ondan şüphesi yoktu. Sınama için bir latifeye girişmişti.
  • شاه را بر وی نبودی بد گمان  ** تسخری می‌کرد بهر امتحان 
  • Onu her türlü gıllugıştan temiz biliyordu. Fakat yine de vehmimden gönlü titriyordu.
  • پاک می‌دانستش از هر غش و غل  ** باز از وهمش همی‌لرزید دل 
  • Allah esirgesin diyordu, ya böyle bir şey çıkarda bundan incinirse. Utanmasını hiç istemem. 1875
  • که مبادا کین بود خسته شود  ** من نخواهم که برو خجلت رود 
  • Bunu yapmamıştır ya, yapsa bile pekala yapmış. O benim sevgilim, ne dilerse yapsın!
  • این نکردست او و گر کرد او رواست  ** هر چه خواهد گو بکن محبوب ماست 
  • Sevgilimin yaptığını ben yaptım demektir. Ben perdeyim ama hakikatte o benden ibarettir, ben de oyum.
  • هر چه محبوبم کند من کرده‌ام  ** او منم من او چه گر در پرده‌ام 
  • Sonra Ondan diyordu, bu çeşit huylar ne kadar uzak. Bu saçma bir söz beyhude bir hayal.
  • باز گفتی دور از آن خو و خصال  ** این چنین تخلیط ژاژست و خیال 
  • Eyaz’ın böyle bir şey yapmasına imkan yok. Çünkü o bir deniz ki dibini görmenin imkanı bulunmaz.
  • از ایاز این خود محالست و بعید  ** کو یکی دریاست قعرش ناپدید 
  • Yedi deniz de o denizin bir katresi. Bütün varlık onun dalgasından bir damla. 1880
  • هفت دریا اندرو یک قطره‌ای  ** جمله‌ی هستی ز موجش چکره‌ای 
  • Bütün temizlikleri o denizden elde ederler. Katreleri teker,teker birer sırça yapan sanatkar.
  • جمله پاکیها از آن دریا برند  ** قطره‌هااش یک به یک میناگرند 
  • O padişahlar padişahı, hatta padişahlar meydana getiren o. Yalnız kötü göz deymesin diye adı Eyaz olmuş.
  • شاه شاهانست و بلک شاه‌ساز  ** وز برای چشم بد نامش ایاز 
  • Kötü göz söyle dursun, iyi gözler bile onu nazarlar. Çünkü güzelliğinin haddi yok, elbette kıskanacaklar.
  • چشمهای نیک هم بر وی به دست  ** از ره غیرت که حسنش بی‌حدست 
  • Gökler kadar geniş bir ağız isterim ki o meleklerin bile kıskandıkları güzeli öveyim.
  • یک دهان خواهم به پهنای فلک  ** تا بگویم وصف آن رشک ملک 
  • Hatta bu çeşit bir ağza sahip olsam, yahut bunun yüz misli geniş bir ağız elde etsem yine de feryadı figan o ağıza sığamaz. 1885
  • ور دهان یابم چنین و صد چنین  ** تنگ آید در فغان این حنین 
  • Fakat ey dayandığım dost, bu kadar da söylemesem gönül sırçası, zayıflığından çatlayacak.
  • این قدر گر هم نگویم ای سند  ** شیشه‌ی دل از ضعیفی بشکند 
  • Gönül sırçasını pek nazik gördüm de biraz teskin edebilmek için nice cüppeler yırttım.
  • شیشه‌ی دل را چو نازک دیده‌ام  ** بهر تسکین بس قبا بدریده‌ام 
  • Güzelim; ben her ay başı mutlaka üç gün deli olurum.
  • من سر هر ماه سه روز ای صنم  ** بی‌گمان باید که دیوانه شوم 
  • Kendine gel bu gün o üç günün ilki. Bu gün zafer günü; firuze günü değil.
  • هین که امروز اول سه روزه است  ** روز پیروزست نه پیروزه است 
  • Padişahın derdine düşen her gönle anbean ay başı var. 1890
  • هر دلی که اندر غم شه می‌بود  ** دم به دم او را سر مه می‌بود 
  • Deli oldum da Mahmut’un hikayesiyle Eyaz’ın vasıflarını söyleyemedim kaldı gitti işte.
  • قصه‌ی محمود و اوصاف ایاز  ** چون شدم دیوانه رفت اکنون ز ساز 
  • Söylenenler, hikayenin suretinden ibarettir, sureti anlayabileceklerin anlayışına, onların tasavvur aynalarına göre söylenmiştir. Bu hikayenin haki katındaki mukaddesliğe iner de söylemeye kalkışırsam utancımdan baş da kaybolur, sakal da, kalem de. Akıllı olana bir işaret yeter.
  • بیان آنک آنچ بیان کرده می‌شود صورت قصه است وانگه آن صورتیست کی در خورد این صورت گیرانست و درخورد آینه‌ی تصویر ایشان و از قدوسیتی کی حقیقت این قصه راست نطق را ازین تنزیل شرم می‌آید و از خجالت سر و ریش و قلم گم می‌کند و العاقل یکفیه الاشاره 
  • Çünkü filim rüyada Hindistan’ı gördü. Köy harab oldu, haraçtan ümidini kes.
  • زانک پیلم دید هندستان به خواب  ** از خراج اومید بر ده شد خراب 
  • Aklım fikrim zayi olduktan sonra nasıl nazım düzebilir, kafiyeye riayet edebilirim?
  • کیف یاتی النظم لی والقافیه  ** بعد ما ضاعت اصول العافیه 
  • Dertlerle deliliğim bir değil ki. Bende delilik içinde delilik var, delilik içinde delilik.
  • ما جنون واحد لی فی الشجون  ** بل جنون فی جنون فی جنون 
  • Yoklukta varlığı göreli bedenim gizli işaretlerden eridi bitti. 1895
  • ذاب جسمی من اشارات الکنی  ** منذ عاینت البقاء فی الفنا 
  • Ey Eyaz aşkınla kıla döndüm, hikayeyi söylemeden kaldım, Artık sen benim hikayemi söyle.
  • ای ایاز از عشق تو گشتم چو موی  ** ماندم از قصه تو قصه‌ی من بگوی 
  • Ben aşkla senin hikayeni çok söyledim. Artık ben hikayeye döndüm, sen benim hikayemi oku.
  • بس فسانه‌ی عشق تو خواندم به جان  ** تو مرا که افسانه گشتستم بخوان 
  • Ey uyduğum zat, zaten okursun, ben okuyamam. Ben Tur dağına benzerim, sen Musa’sın bu da ses.
  • خود تو می‌خوانی نه من ای مقتدی  ** من که طورم تو موسی وین صدا 
  • Biçare dağ söz nedir, ne bilsin? Dağ, bomboştur, sözü Musa bilir.
  • کوه بیچاره چه داند گفت چیست  ** زانک موسی می‌بداند که تهیست 
  • Dağ, bilse bilse kadrince bilir. Beden ruh letafetinden çok az bir şeye maliktir. 1900
  • کوه می‌داند به قدر خویشتن  ** اندکی دارد ز لطف روح تن 
  • Ten, hesaplarsan usturlaba benzer, güneşe benzeyen ruhun bir delilidir.
  • تن چو اصطرلاب باشد ز احتساب  ** آیتی از روح هم‌چون آفتاب 
  • Gözü iyi görmeyen müneccimin usturlaba müracaatı zaruridir.
  • آن منجم چون نباشد چشم‌تیز  ** شرط باشد مرد اصطرلاب‌ریز 
  • Güneşi usturlapla hesaplaması lazımdır ki güneşin nerede bulunduğundan bir koku alsın.
  • تا صطرلابی کند از بهر او  ** تا برد از حالت خورشید بو 
  • Doğruyu usturlapla arayan can, gökyüzünü ve güneşi ne kadar bilebilir?
  • جان کز اصطرلاب جوید او صواب  ** چه قدر داند ز چرخ و آفتاب 
  • Sen göz usturlabı ile bakıp gördükçe alemi pek dar görürüsün. 1905
  • تو که ز اصطرب دیده بنگری  ** درجهان دیدن یقین بس قاصری 
  • Sen alemi gözünün alabildiği kadar görebilirsin. Halbuki alem nerede, sen neredesin? Neye bıyığını buruyorsun ya?
  • تو جهان را قدر دیده دیده‌ای  ** کو جهان سبلت چرا مالیده‌ای