English    Türkçe    فارسی   

5
3786-3835

  • Kendimi büyük savaşa attım, riyazata, zayıflamaya koyuldum.
  • در جهاد اکبر افکندم بدن  ** در ریاضت کردن و لاغر شدن 
  • Halvetteyken kulağıma gazilerin savaşa giderken çaldıkları davul sesleri geldi.
  • بانگ طبل غازیان آمد به گوش  ** که خرامیدند جیش غزوکوش 
  • Sabah çağıydı, can kulağımla duydum, nefsim, içimden seslendi.
  • نفس از باطن مرا آواز داد  ** که به گوش حس شنیدم بامداد 
  • Kalk, savaş zamanı geldi, yürü. Kendini savaşa at.
  • خیز هنگام غزا آمد برو  ** خویش را در غزو کردن کن گرو 
  • Dedim ki: Ey vefasız habis nefis, savaşa meyletme nerde, sen nerdesin? 3790
  • گفتم ای نفس خبیث بی‌وفا  ** از کجا میل غزا تو از کجا 
  • Ey nefis, doğru söyle, bu hilebazlık, nedir? Yoksa şehvete düşkün nefis, ibadete yanaşmaz bile.
  • راست گوی ای نفس کین حیلت‌گریست  ** ورنه نفس شهوت از طاعت بریست 
  • Doğru söylemezsen üstüne saldırır, seni riyazatla adamakıllı sıkar, sıkıştırırım.
  • گر نگویی راست حمله آرمت  ** در ریاضت سخت‌تر افشارمت 
  • O anda nefsim, içimden seslendi, dilsiz, ağızsız, fasih bir surette söz söylemekteydi:
  • نفس بانگ آورد آن دم از درون  ** با فصاحت بی‌دهان اندر فسون 
  • Beni her gün burada öldürüp duruyorsun. Canıma, kâfirlere yapılan eziyetleri yapıyorsun.
  • که مرا هر روز اینجا می‌کشی  ** جان من چون جان گبران می‌کشی 
  • Kimsenin halimden haberi yok.. Sen, beni uykusuz, yemeksiz öldürüp durmadasın. 3795
  • هیچ کس را نیست از حالم خبر  ** که مرا تو می‌کشی بی‌خواب و خور 
  • Bari savaşta bir yarayla şu bedenden kurtulurum da halk da erliğimi, fedakârlığımı görür.
  • در غزا بجهم به یک زخم از بدن  ** خلق بیند مردی و ایثار من 
  • Dedim ki: A nefisceğiz, hem münafık olarak yaşamadasın, hem münafıkça ölmedesin, nesin sen?
  • گفتم ای نفسک منافق زیستی  ** هم منافق می‌مری تو چیستی 
  • İki âlemde de mürai imişsin, iki âlemde de hiçbir şeye yaramazmışsın meğer.
  • در دو عالم تو مرایی بوده‌ای  ** در دو عالم تو چنین بیهوده‌ای 
  • Bu beden sağ oldukça halvetten çıkmamayı nezrettim.
  • نذر کردم که ز خلوت هیچ من  ** سر برون نارم چو زنده‌ست این بدن 
  • Çünkü bu beden, halvette ne yaparsa kadına, erkeğe görünmek için yapmaz. 3800
  • زانک در خلوت هر آنچ تن کند  ** نه از برای روی مرد و زن کند 
  • Halvetteki hareketi de ancak Tanrı içindir, huzuru ve sükûnu da. Orada niyetinde başka bir şey bulunamaz.
  • جنبش و آرامش اندر خلوتش  ** جز برای حق نباشد نیتش 
  • Bu büyük savaştır, o küçük savaş. Her ikisi de Haydar'la Rüstem'in harcıdır.
  • این جهاد اکبرست آن اصغرست  ** هر دو کار رستمست و حیدرست 
  • Öyle bir farenin kıpırdamasiyle uçup gidecek akıl sahibinin harcı değil!
  • کار آن کس نیست کو را عقل و هوش  ** پرد از تن چون بجنبد دنب موش 
  • O çeşit adama kanlar gibi savaştan, kılıçtan uzak durmak gerek.
  • آن چنان کس را بباید چون زنان  ** دور بودن از مصاف و از سنان 
  • O da sofi, bu da. Yazık o sofiye! O, bir iğneyle ölmede, bu kılıçlara karşı durmada. 3805
  • صوفیی آن صوفیی این اینت حیف  ** آن ز سوزن کشته این را طعمه سیف 
  • Sureti sofidir ama canı yok. Bu çeşit sofiler öbür sofilerin de adını kötüye çıkarır.
  • نقش صوفی باشد او را نیست جان  ** صوفیان بدنام هم زین صوفیان 
  • Toprakla karılmış olan şu bedenin kapısına, duvarına Tanrı, gayretiyle yüzlerce sofi resmi yaptı.
  • بر در و دیوار جسم گل‌سرشت  ** حق ز غیرت نقش صد صوفی نبشت 
  • Büyüden o suretler oynasınlar da Musa'nın asâsı gizlensin dedi.
  • تا ز سحر آن نقشها جنبان شود  ** تا عصای موسوی پنهان شود 
  • Sopanın doğruluğu, suretleri yer, siler süpürür. Fakat Firavun'a mensup olan göz, tozla toprakla doludur.
  • نقشها را میخورد صدق عصا  ** چشم فرعونیست پر گرد و حصا 
  • Öbür sofi, harb safına, yaralanmak için yirmi kere girer. 3810
  • صوفی دیگر میان صف حرب  ** اندر آمد بیست بار از بهر ضرب 
  • Savaş zamanı müslümanlarla beraber kâfire saldırır, bir kere bile geri dönmez.
  • با مسلمانان به کافر وقت کر  ** وانگشت او با مسلمانان به فر 
  • Yaralanır, yarasını bağlar, tekrar saldırır, savaşır.
  • زخم خورد و بست زخمی را که خورد  ** بار دیگر حمله آورد و نبرد 
  • Beden, bir yarayla ölmez diye savaşta yirmi kere yaralanır.
  • تا نمیرد تن به یک زخم از گزاف  ** تا خورد او بیست زخم اندر مصاف 
  • Bir yarayla can vermeye açıklanır; doğruluğu elinden canının kolayca kurtulacağından üzülür!
  • حیفش آمد که به زخمی جان دهد  ** جان ز دست صدق او آسان رهد 
  • Bir savaş eri, her gün gümüş parayla dolu torbasından bir kuruş çıkarır, hendeğe atardı. Nefsinden bir vesvese, bir hırs ve istek koptu. Mademki bu paraları hendeğe atıyorsun, bari birden at da şu eziyetten kurtulayım. Tamamiyle ümit kesiş de iki rahatlıktan biridir dedi. O er, nefsine, sana bu rahatlığı da vermeyeceğim dedi.
  • حکایت آن مجاهد کی از همیان سیم هر روز یک درم در خندق انداختی به تفاریق از بهر ستیزه‌ی حرص و آرزوی نفس و وسوسه‌ی نفس کی چون می‌اندازی به خندق باری به یک‌بار بینداز تا خلاص یابم کی الیاس احدی الراحتین او گفته کی این راحت نیز ندهم 
  • Birisinin elinde kırk kuruşu vardı. Her gece birini denize atardı. 3815
  • آن یکی بودش به کف در چل درم  ** هر شب افکندی یکی در آب یم 
  • Bu suretle de nefsine iyice eziyet etmek, yavaşlıkla onun can çekişmesini uzatmak isterdi.
  • تا که گردد سخت بر نفس مجاز  ** در تانی درد جان کندن دراز 
  • Müslümanlarla savaşa gider, onlar düşmandan yüz döndürseler bile o geri dönmezdi.
  • با مسلمانان بکر او پیش رفت  ** وقت فر او وا نگشت از خصم تفت 
  • Bir kere daha yaralanır, onu da bağlardı. Belki yirmi kere bedeninde mızrak ve ok kırılırdı.
  • زخم دیگر خورد آن را هم ببست  ** بیست کرت رمح و تیر از وی شکست 
  • Bu suretle savaşa savaşa nihayet kuvveti bitti, yere düştü. Aşkının doğruluğuyla doğruluk makamına ulaştı.
  • بعد از آن قوت نماند افتاد پیش  ** مقعد صدق او ز صدق عشق خویش 
  • Doğruluk, can vermektir. Kendinize gelin de bu hususta ileri geçin. Kur'an'dan "Erler vardır ki Tanrıyla ettikleri ahdi bozmadılar, ahıtlarına doğrulukla sarıldılar" âyetini okuyun! 3820
  • صدق جان دادن بود هین سابقوا  ** از نبی برخوان رجال صدقوا 
  • Mademki bu beden, ruha bir alettir, şu halde bu hakiki ölüm değildir.
  • این همه مردن نه مرگ صورتست  ** این بدن مر روح را چون آلتست 
  • Nice ham kişiler vardır ki görünüşte kanlarını döktüler. Fakat nefisleri diri olarak o tarafa kaçtı.
  • ای بسا خامی که ظاهر خونش ریخت  ** لیک نفس زنده آن جانب گریخت 
  • Aleti kırıldı ama yol kesen diri kaldı. Bindiği at kanlar saçtı ama nefis diri.
  • آلتش بشکست و ره‌زن زنده ماند  ** نفس زنده‌ست ارچه مرکب خون فشاند 
  • At öldü, yolu aşılmadı. Ancak ham, kötü, perişan bir halde kala kaldı.
  • اسپ کشت و راه او رفته نشد  ** جز که خام و زشت و آشفته نشد 
  • Her kan döken şehit olsaydı öldürülen kâfir de kutlu bir şehit sayılırdı. 3825
  • گر بهر خون ریزیی گشتی شهید  ** کافری کشته بدی هم بوسعید 
  • Nice şehit olmuş güvenilir kişiler de vardır ki dünyada ölürler, şehit olmuşlardır, fakat diri gibi yürür gezerler.
  • ای بسا نفس شهید معتمد  ** مرده در دنیا چو زنده می‌رود 
  • Yol kesen ruh olmuştur, onun kılıcı olan beden bakidir ve o savaş arayan erin elindedir.
  • روح ره‌زن مرد و تن که تیغ اوست  ** هست باقی در کف آن غزوجوست 
  • Kılıcı, o kılıçtır, fakat, o adam değil. Fakat bu görünüş, seni şaşırtır.
  • تیغ آن تیغست مرد آن مرد نیست  ** لیک این صورت ترا حیران کنیست 
  • Nefis, değişti mi bu beden kılıcı, ihsan ve lütuflar sahibi Tanrı'nın elindedir.
  • نفس چون مبدل شود این تیغ تن  ** باشد اندر دست صنع ذوالمنن 
  • O öyle bir erdir ki gıdasız, tamamiyle dert. öbür erlik ise toz gibi ortası delik bir şeydir! 3830
  • آن یکی مردیست قوتش جمله درد  ** این دگر مردی میان‌تی هم‌چو گرد 
  • Bîr adamın, Mısır halifesine kâğıda yapılmış bir cariye resmîni göstermesi, halifenin o resme âşık olarak Musul emîrinin cariyesi olan o kızı alıp getirmek üzere bir beyi Musul'a göndermesi, savaşta bu yüzden birçok adamın ölmesi, birçok yerin yıkılıp gitmesi
  • صفت کردن مرد غماز و نمودن صورت کنیزک مصور در کاغذ و عاشق شدن خلیفه‌ی مصر بر آن صورت و فرستادن خلیفه امیری را با سپاه گران بدر موصل و قتل و ویرانی بسیار کردن بهر این غرض 
  • Bir kovucu, Mısır halifesine, Musul padişahının: huri gibi bir cariyesi olduğunu söyleyip dedi ki:
  • مر خلیفه‌ی مصر را غماز گفت  ** که شه موصل به حوری گشت جفت 
  • Onun bir cariyesi var ki âlemde onun gibi güzel yok.
  • یک کنیزک دارد او اندر کنار  ** که به عالم نیست مانندش نگار 
  • Güzelliğinin haddi yok, söze sığmaz, anlatılmaz ki. işte resmi, şu kâğıtta, bir bak!
  • در بیان ناید که حسنش بی‌حدست  ** نقش او اینست که اندر کاغذست 
  • O ulu halife, kâğıttaki resmi görünce hayran oldu, elindeki kadeh düştü.
  • نقش در کاغذ چو دید آن کیقباد  ** خیره گشت و جام از دستش فتاد 
  • Derhal Musul'a büyük bir orduyla bir er gönderdi. 3835
  • پهلوانی را فرستاد آن زمان  ** سوی موصل با سپاه بس گران